31 Aralık 2016 Cumartesi

Değerli Facebook Yoldaşlarım,

Eğitim düzeyimizin sefaleti ve yoksulluğu, yalnızca PİSA göstergeleri ile karşımıza çıkmamakta. Bu zavallılığa ve yoksulluğa çeşitli alanlarda tanık olmaktayız. Bırakınız uzmanlık alanlarını, genel kültür anlamında, çok övündüğümüz tarihimiz alanında da zavalılığımız sırıtmakta. Bunlardan birisi de hemen her yıl yinelenen ve giderek de kamu otoriteleri, okul yöneticileri, hatta kimi kamu kurumları eliyle de pompalanan bilisizliğin(cehaletin) doruk yaptığı olay, insanların eski yılı yolcu ederken, yeni yılı umutla,mutlulukla,sevinçle karşılaması gereken yeni yıl etkinlikleridir. İnsanımıza, çoluk-çocukları, dostları, komşuları ile yeni yılı karşılamalarına bile izin vermek istemez vandallığımız sergilenmekte ve bunlar kamu otoritelerinin  suskunlu ile, örtük olarak da desteklenmektedir. Tayfun Atay, Nazilli'de kurgulanan ve kamu alanında gerçekleştirilen bu zavallılığı değerlendiren bir yazı yazdı. Sizler de bu görüntüleri izlemişsinizdir. Ancak, izlediğim kadarı ile, kurgu da olsa, bu vandallık için ne güvenlik güçlerinin,ne de savcıların harekete geçtiğine ilişkin bir bilgilenmem söz konusu olmadı. Sanırım ortada Cumhuriyetn savcıları ile güvenlik güçleri de kalmadı artık. Paylaşıyor ve bilisizlik bataklığına düşenlere özgülüyorum bu satırları. Ve 2018'i karşılarken böyle görüntüler ile karşılaşmamak umudumu korumak istiyorum.31.12.2016


Tayfun Atay - Efeler, Noel ne ise Hıdrellez de odur!, Cumhuriyet,30.12.2016

Yılbaşı-karşıtı velveleler yine tam gaz devam etmekte. Tabii her sene Anadolu’nun dört bir yanından yeni ve “yaratıcı” eylem tasarımları kendini gösteriyor. Önceki yıllardan en akılda kalan, bir grup gencin Noel Baba balonunu, önüne bira kutuları, haç ve enjektör koyup taciz etmeleriydi!..

Bu sene ise kısmen benzeri bir “balon”, Nazilli’de patladı.

Alperen Ocakları marifeti, evlere şenlik eylem şöyle: Ortalıkta “Ho ho hooo” diye dolaşan “Noel Baba”nın üzerine dört yağız “Aydın Efesi” çullanıyor ve elinde hediye çuvalından başka bir şey olmayan garibin kafasına tabanca da dayayıp ittire kaktıra meydandan atıyorlar onu.

Tabii bu bir şov ve danışıklı dövüşün ardından “efelerimiz” gösteriye “Noel kutlamıyoruz” pankartı önünde zeybek oynayarak son veriyorlar.

Bu gülünesi mi, ağlanası mı, yoksa acınası mı olduğu belirsiz kurgunun ardından bir de açıklama var. Alperenler özetle diyor ki “Amacımız insanların özüne dönmesi; bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan Müslüman Türk milleti olarak Hristiyan âdetlerine gösterilen hassasiyeti gerek Hıdırellez olsun, gerek Nevruz kutlamaları olsun, gerekse dini, milli bayramlarımızda göremiyoruz”.

Eller kâğıda-kaleme değmeyip silah kabzası tutunca, gözler kitaba-deftere düşmeyip belere belere adam kesince ne olsun işte, sonuç bu...

Türk’ten Kürt’e, Gürcü’ye, Fars’a, Arnavut’a, Afgan’a kadar ortaklaşılan, dolayısıyla sadece “Biz”e (o “biz” her ne ise artık!) özgü sayılması olanaksız Nevruz’u geçelim, Hıdrellez’e gelelim!..

Ey Gençler, Efeler, Alperenler! Ağır olun, oturun, dinleyin biraz:

Noel ne ise “bizim” saydığınız Hıdrellez de odur!..

Bir türlü hoş göremediğiniz “Noel Baba” nasıl ki bu topraklarda, hem de size yakın mı yakın bir yerde (Demre) yaşamış Hristiyan azizi Aya Nikola (“St. Nicholaus”) ise…

Hıdrellez diye size “yutturulmuş” kutlamanın asıl muhatabı da yine bu topraklarda yaşamış bir başka Hristiyan azizi, Aya Yorgi’dir (“St. George”).

Defalarca yazdık, anlattık ama etrafa kostaklanmaktan vakit bulup duymaya, öğrenmeye yanaşmıyorsunuz.
Hıdrellez bize, size, hepimize Hristiyanlıktan geçmiş bir kutlama.

Bu topraklarda Hıristiyan ahali tara­fından asırlarca takdis edilmiş bir aziz olan Aya Yorgi (“Hagios Georgios”) etrafında oluşmuş inanış ve ona yönelik kutlama, Anadolu'nun İslâmlaşma­sından sonra “Hızır-İlyas” kültüyle Müslü­manlığa “transfer edildi”. Aya Yorgi, Hızır’la özdeşleştirildi ve Anadolu’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’a, Kırım’a kadar ona ait olduğuna inanılan ma­kamlar, kiliseler, manastırlar İslâmi dö­nemde Hızır veya Hızır-İlyas'a mal edil­di. Kutlama da “Hıdrellez” adı altında halk Müslümanlığının önem­li bir etkinliğine dönüştü.
Aya Yorgi de tıpkı Hızır gibi uğradığı eve bolluk bereket saçan, kuru tahtaları yeşertip ulu ağaç haline getiren, hastalıkları iyileştiren bir kutsal kişi olarak anlatılır. Bugün Türkiye'de Hıdrellez'in kutlandığı 6 Mayıs dahi, etkinliğin Hıristiyanlıkla ilişkisine işaret eder. Çünkü Aya Yorgi kültü de Yunanis­tan, Balkanlar ve diğer bazı Doğu Avrupa ülkelerinde 6 Mayıs'ta kutlan­makta olup Bizans’ta da aynı gün kutlanmaktaydı.

İşte böyle Gençler, Efeler, Alperenler!..

Ayrıca ayıp olmuyor mu öyle, bir gariban “Noel Baba”ya dört kişi saldırmak?!
Hiç mi Malkoçoğlu, Tarkan, Karaoğlan, Kara Murat seyretmediniz?
Yakışır mı bir vuruşta on kişiyi deviren Malkoçoğlu’nun torunlarına bir ihtiyara dört kişi saldırmak!..
Dua edin Noel Baba sizdendi, ya gerçek olsaydı da…
“Erkekseniz teker teker gelin tabansızlar” deseydi size!..

2017 İÇİN DİLEKLERİM:


Değerli Dostlar,

2016 yılı,  2015 yılını arattı. Kör terör ve hedefli terör analarının kuzularını, umutlarını koparttı yaşamdan. Bu yetmezmişçesine, nedensiz olduğu şimdi daha bir açığa çıkan komşularımızdaki bataklığa baştan-ayağa battık ve yine yoksul halkın çocuklarının tabutları birbirini izledi. 2015 Haziran seçimleri sonrasında seçimlerin iptali ile başlayan siyasal darbe, 1 Kasım seçimlerinden sonra, bu kez, hükümet darbesi ile sürdü. 1 Kasım 2015 seçiminin kazananı Davutoğlu ve Hükümeti azledildi. Muhalefet bu darbeye karşı çıkarken, darbeye muhatap olan ve azledilenlerden gıkı bile çıkmadı. Yararlı salaklarca girişilen ve başarısızlığa mahkum olan 15 Temmuz kalkışması, muhatabı olduğu ileri sürülen muktedir tarafından “Allahın lütfu” olarak kutsandı. Tarihte ilk kez kutsanan başarısız kalkışmada canlarını yitiren onca insanımızdan sonra, başlatılan olaganüstü hal ve KHK ile, ülkemiz hem siyasal, hem toplumsal, hem kültürel ve hem de ekonomik açıdan içinden çıkılmaz bir girdaba sokuldu. Aydına düşman, cehaletin övgücüsünün ödüllendirildiği uygulamalara da tanıklık ettik. Çürüme ve kokuşma doruğa erişir oldu. Özetlemem gerekirse 2016 kan, gözyaşı, ölüm ve acıların yanı sıra, ekonomik yoksullaşmanın yaygınlaşması ve derinleşmesi ile tamamlanmakta. Yani gününden mutlu ve geleceğinden umutlu bir toplum olmanın çok çok uzağına düştük.

Yaşamak umut etmek ve beklentileri olmak anlamına da gelir. Bu nedenle 2017 nin başlangıcında yine de umutlanmak, beklentilerimizi dillendirmemiz gerekmekte. 2017’de; kimilerince “Allahın lütfu” olarak kutsanacak darbe ve kalkışmaları yaşamak istemiyoruz Kör terör ve hedefli terörün kurbanları olsun istemiyoruz. 2017’de şehitler, gaziler üreten iç ve dış çatışmalar istemiyoruz Yoksul halkımızın analarının kuzularının ve umutlarının, kimilerinin ikbal ve istikballeri için kurban edilmesini istemiyoruz.2017’de alanlara, parklara, sokaklara, tepelere, köprülere, geçitlere, okullara, üniversitelere adları verilecek şehitler, gaziler istemiyoruz. Adaletsizliğin, hukuk devletinin çökertilmesinin yarattığı güvensizliği yaşamak istemiyoruz. Kimilerinin her ağzını açması ile çökertilen bir ekonomik belirsizlik istemiyoruz. Sürekli değişen iç ve dış düşman üretilmesini ve yarattığımız düşmanlara kumpaslar kurulmasını, aydınlığa ve aydınlara düşmanlık istemiyoruz. Ölümler, öldürümler olsun  istemiyoruz.

Yurtta ve dünyada barışın yaratıcısı ve geliştiricisi olan bir ülkenin yurttaşı olmak istiyoruz. Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak tanımlanan Cumhuriyetin özgür ve yaratıcı bireyleri olmanın güvencesini duymak istiyoruz. Tek tümce ile; 2017 yılında günümüzden mutlu, geleceğimizden umutlu olmak istiyoruz. Bunu hak edebilmek için ve kazanabilmek için ortak aklın ve ortak gücün egemen olmasını istiyoruz. Herkes için barış ve özgürlük istiyoruz.

Bütün bu düşünce ve dileklerimle 2017 yılını ailecek, mutluluk ve sağlık içinde karşılamanızı ve tüm sene boyunca yaşamanızı diliyorum.

Esenlik dileklerim sizlerle…                                                                Prof.Dr.Mustafa ALTINTAŞ

31.12.2016

30 Aralık 2016 Cuma

Değerli Paydaşlarım, Özgür Mumcu ile sizleri köşe yazısında birkaç kez  biraraya getirmiştim. Aramızdan 24 Ocak 1983'de kopartılan Uğur Mumcu doztumuzun yetişmesine katkıda bulunduğu ve bizlere armağan ettiği oğlu, bu kez de, iki siyasal aktörün dünkü söylemleri ile bizi buluşturup, insan kalitemizin düzeysizliğini, çıkarlara nelerin, hangi ilkelerin, değerlerin kurban edildiğini sergilemektedir. Yeni yılın başlamasına iki gün önce yazılan bu yazıyı, size yeni yıl armağanı olarak ve bu düzeysizlikleri, bu kör çıkarcılığı 2017 ve izleyen yıllarda yaşamamak dileklerimle paylaşmaktayım.



ÖZGÜR MUMCU ; BUGÜNDEN SORMUŞ OLALIM,Cumhuriyet,29.12.2016
"Erdoğan at üstünde durmayı nasıl beceremediyse, ülke yönetmeyi de aynı şekilde beceremedi.” Sert laflar ki söyleyenin başını hem de püsküllüsünden belaya sokar. “AKP hükümeti, yanlış ekonomi politikası sonucu bayramları da millete zehir etti. İnsanlarımız gülmeyi unuttu. Beceriksizlik ve yetersizlikle, Türkiye’yi krizle karşı karşıya bıraktılar.Paçalarından yolsuzluk akıyor. Türkiye’de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır.” Yanlışlıkla takside bunu söylesen dilini ısırırsın. Bir de taksi şoförü sözlerini gizlice kayda alıp da savcılığa gider mi diye bir hafta uyku uyuyamazsın. 

Ey Recep Tayyip Erdoğan, boyun eğdin, emir eri oldun, milletin ümitlerini boşa çıkardın. Boyan döküldü Tayyip Erdoğan.” Bu cümleyi yazmaya çalışsanız, bilgisayarınızın silme tuşu sizi kurtarmak için kendi kendine çalışmaya başlıyor. Ancak beşinci denemede kâğıda geçirebiliyorsunuz"

Bu sözler İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ait. Şu anda kendisi İçişleri Bakanı. Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş’un bugün cesaret edip söylese muhtemelen hapisten kurtulamayacağı meşhur sözü zaten unutulmadı: “Harun olmaya geldiler, Karun oldular. Biz AKP gibi firavunlaşmayacağız.” Hele “Erdoğan’ın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor” sözü. Hababam Sınıfı Tatil’de filminde Kemal Sunal’ın canlandırdığı İnek Şaban karakterinin meşhur “aramızda casuslar olabilir” repliğini hatırlatan “aramızda sinsi AKP’liler var” çıkışını unutmak ne mümkün.

Bu iki şahıs da parti genel başkanıydı. Seçmenden AKP karşıtı bir söylemle oy toplamışlardı. Sonra aldıkları oyların kuvvetiyle kendilerine AKP’de yer buldular. Sayın Bahçeli de benzer bir yola girdi. Eh partisi diğerlerininki kadar ufak çaplı değil. Milletvekilleri, belediye başkanları falan var. Muhtemelen pazarlık gücü de Soylu ya da Kurtulmuş’tan fazladır. Ancak bu tuttuğu yolun benzer bir yol olduğu gerçeğini değiştirmez.

AKP, memleketin bütün sağ partilerini, o partilerin liderlerine rahat koltuklar vererek kendi bünyesinde topluyor. Başkanlık rejimine geçilirse MHP’den geriye ne kalacağı belirsiz. Ancak bu, rejim değişikliğinde Meclis’ten geriye ne kalacağı sorusunun yanında çok da önemli değil. Siyasi kariyerini şahsi partisini anahtar teslim AKP’ye teslim ederek bitirmek istemiş olabilir. Kendi bileceği iştir. Gelgelelim bunu yaparken bütün memleketi de anahtar teslim bir şahsa devretmek üzeredir.

Anayasa hukukunun biraz kıyısından köşesinden geçmiş herkes bu anayasa değişikliğinin neticeleri konusunda mutabık. Ortaya çıkacak metne bir anayasa demek bile mümkün değil. Prof. Kemal Gözler’in yerinde tespitiyle şayet bu değişiklik gerçekleşirse artık bir “sahte anayasa” ile yönetileceğiz.

Bütün kuvvetlerin tek bir kişiye verilmesini sağlayan ve bunu sanki kurumlar hâlâ varmış gibi perdeleyen bir anayasa. Hadi Süleyman Soylu bakan oldu. Numan Kurtulmuş Harun olamadı ama hükümet sözcüsü oldu. Devlet Bahçeli ne olacak? Hangi vaatler, hangi sözler bir siyasetçiye hem partisini hem de ülkesini bir kişiye teslim etmeyi kabul ettirir? İleride muhakkak ortaya çıkacaktır. Biz de bugünden sormuş olalım.

21 Aralık 2016 Çarşamba

ANAYASAYI,EYLEMLİ OLARAK ANAYASAYA AYKIRI UYGULAMALARI, REİS7İN TEK BAŞINA MUKTEDİR OLMASI AMAÇLARINA UYARLAMA ÇABALARI, ERDOĞAN-BAHÇELİ İTTİFAKI İLE TBMM GÜNDEMİNE GETİRİLMİŞ BULUNMAKTA. DÜN DEDİKLERİNİN,HEMEN ERTESİ GÜNÜ TAM TERSİNİ "VATAN-MİLLET-SAKARYA PALAVRALARI" EŞLİĞİNDE YAPABİLME BECERİSİNİ GÖSTEREN TİPİK BİR ÖRNEĞİ, ÖZGÜR MUMCU'NUN KALEMİNDEN SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM. 12 EYLÜL 2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İLE, YARGIYI, O ZAMANLARIN KANKASI OLAN VE ŞİMDİLER NE KADAR KÖTÜ NİTELEME VAR İSE, O NİTELEMELER İLE ADLANDIRILAN FETÖ'NÜN EMRİNE VERENLER, BU KEZ DE,YENİ BİR ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İLE YARGIYI, YASAMAYI, YÜRÜTMEYİ REİSİN EMRİNE VERMEYE KALKIŞIYORLAR. 12 EYLÜL 2010 DEĞİŞİKLİĞİ İLE, GÜNÜMÜZDEKİ ANAYASA DEĞİŞİKLİK ÖNERİSİ ARASINDA TEK FARK, BU KEZ FETÖ'NÜN YERİNİ BAHÇELİ'NİN ALMASIDIR. 12 EYLÜL 2010'DAN ÖTÜRÜ ULUSTAN VE TANRIDAN BAĞIŞLANMA DİLEYENLERİN, 2017'DEKİ ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN ÖTÜRÜ DE AYNI YAKINMA İÇİNE SÜRÜKLENECEKLERİNDEN KUŞKUM BULUNMAMAKTA.OLAN İSE, HALKA VE GÜZEL VE YALNIZ ÜLKEME OLMAKTA. DİLERİM YANILIRIM VE "DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL HUKUK DEVLETİ OLARAK TANIMLANAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ TABUTUNUN SON ÇİVİSİ OLMAZ BU DEĞİŞİKLİK ÖNERİSİ...


Özgür Mumcu – Cumhuriyet,17.12.2016

BAHÇELİ”NİN SAATİ

“Recep Tayyip Erdoğan, aslında Türk tipi değil ‘Tayyip tipi’ başkanlık hayallerik urmaktadır. Bütün yetkilerin kendisinde toplandığı, yargının kendisinebağlandığı, yasama organı Meclis’in kendi kontrolüne sokulduğu, denge, denetim ve fren sistemi olmayan, tek adam diktatörlüğü, tahtsız ve taçsız sultanlık peşinde koşmaktadır. 

Bugünkü şartlarda bu cümleleri yazsam elim titrerdi. İşin sonunda birçokları gibi tutuklanmak var. İyi ki bu açıklama bana değil Sayın Devlet Bahçeli’ye ait. Çok değil geçen sene söylemiş. Artık günahı boynuna.  Hele şunları yazsaydım herhalde daha gün bitmeden hakkımda soruşturma başlatılmıştı: 
Beştepe hanedanı ve AKP yönetimi aile boyu rüşvet ve yolsuzluk çamuruna batmıştır. 17-25 Aralık yolsuzluk dosyalarının bir daha açılmamak üzere kapatılması; bu rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk çarkının döndürülebilmesi, Tayyip Erdoğan’ın bütün yetkileri elinde toplayarak diktatörlüğünü ilan etmesine bağlıdır. Yeni anayasayla başkanlık sistemine geçilmesi bunun için istenmektedir. Recep Tayyip Erdoğan tipi Başkanlık sistemi; Türkiye’nin bölünmesinin reçetesidir. Demokrasinin idam fermanıdır. 

Bereket bunları da ben yazmadım. Devlet Bahçeli söyledi. 
Bugün AKP ve MHP’nin üzerinde uzlaştığı anayasa teklifine bakıyoruz. Aynen Sayın Bahçeli’nin öngördüğü üzere Başkan yargıyı kendine bağlıyor, Meclis’i kendi kontrolü altına sokuyor. Denge, denetim ve fren sistemi ara ki bulasın. MHP’nin Anayasa Komisyonu üyesi de vaziyetin farkında olsa gerek, anayasa hakkında yaptığı şahane açıklamada şunları söylüyor: 
Boğaçhanın adının boğaya bir yumruk atmasının ardından verilmesi gibi sistem adını kendisi koyacak.  MHP, “Tayyip tipi başkanlık” tanımlamasından “Boğaçhan tipi başkanlık” tanımlamasına geçmiş. Gerçi AKP’deki “MHP bize oyun mu oynuyor” kaygıları azaldı azalmasına. Ama Boğaçhan örneği biraz talihsiz olmuş. Neticede Dirse Han’ın oğlu boğayı öldürerek Boğaçhan adını alır. Orası doğru. Babası da ona beylik ve taht verir. Orası da doğru. Gelgelelim, sonradan Dirse Han, oğlu Boğaçhan’ı iki defa öldürmeye de kalkar. 

Her neyse. Başkanlık rejimi bile denemeyecek bir şahıs rejimi getiriliyor. Anlaşıldığı kadarıyla MHP’nin bu rejim değişikliğine verdiği desteğin ana gerekçesi şu: “AKP, HDP’yle anlaşıp başkanlık getirecekti ve ülkeyi bölecekti. Şimdi bizim çizgimize geldi, o zaman başkanlığı bizimle anlaşıp versin. 

Daha düne kadar ülkeyi böleceğini söylediği birine yasama, yürütme ve yargıyı teslim etmekten çekinmeyecek bir gözü karalık. Seçim meydanlarında defalarca söylediklerinin tam aksini yapmayı içine sindirebilecek bir acelecilik.  Merak ediyorum, acaba daha önce “demokrasinin idam fermanı” dediği başkanlığa ne karşılığı onay vermekte?  Bahçeli, Can Dündar’la yaptığı röportajda, bürosundaki saatin pilini akreple yelkovan hep 17.25’i göstersin diye çıkardığını söylemişti. Sonra da eklemişti: “Buradan da anlayabilirsiniz ki biz, 17 ve 25 Aralık’ın hesabının sorulması vaadimizden asla geri adım atmayız.” 

Acaba bugün masasındaki o saatin pili takıldı mı? Yoksa tıkır tıkır işliyor mu o saat?  Buna da bir zahmet başkanlık, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk çarkının döndürülebilmesi” için isteniyor diyen Sayın Bahçeli cevap versin. 


Soru basit. O saat kaçı gösteriyor Devlet Bey?

19 Aralık 2016 Pazartesi

ÖDENEMEYEN


Ey benim halkım!
Ey benim eli açık, gözü kapalım.
Yüreği açık, dili bağlım
Ey benim en güzelim!
Ey benim en çirkinim!


Yiyemedin, yedirdin
İçemedin, içirdin
Giyemedin, giydirdin
Okuyamadın, okuttun
Kendin üşüdün yağmurda, karda
Ama beni korudun.


Varından değil, yoğundan verdin
Az az değil, çoğundan verdin.
Ah ne az, ne az aldın
Ama çok, ne çok verdin
En az aldın, en çok verdin,
Almadan vermek sana özgü.


Utanırım aldıklarım demeye,
Gücüm yetmez borcum ödemeye.
Bende hakkın çoktur halkım,
Değil böyle bir Aziz,
Bin Azizler olsa yetmez
Aldığını vermeye.
Utanırım hakkını helâl et demeye,
Dünya durdurkça durasın halkım...


   Aziz Nesin
( 1915  - 1995 )
ÖDENEMEYEN
  Ey benim halkım! Ey benim eli açık, gözü kapalım. Yüreği açık, dili bağlım Ey benim en güzelim! Ey benim en çirkinim! Yiyemedin, yedirdin İçemedin, içirdin Giyemedin, giydirdin Okuyamadın, okuttun Kendin üşüdün yağmurda, karda Ama beni korudun. Varından değil, yoğundan verdin Az az değil, çoğundan verdin. Ah ne az, ne az aldın Ama çok, ne çok verdin En az aldın, en çok verdin, Almadan vermek sana özgü. Utanırım aldıklarım demeye, Gücüm yetmez borcum ödemeye. Bende hakkın çoktur halkım, Değil böyle bir Aziz, Bin Azizler olsa yetmez Aldığını vermeye. Utanırım hakkını helâl et demeye, Dünya durdurkça durasın halkım...
Aziz Nesin ( 1915 - 1995 )

17 Aralık 2016 Cumartesi

YÖK'te disiplin cezaları yağdırma konusunda en şahin üyelerden olan ve sözde kendisini hukukçu olarak tanımlayan Atar'ın FETÖ'cü olarak suçlanmasına karşın, YÖK üyeliğini sürdürmesi ve Türkiye Manas Üniverstesi Müteve lli Heyeti Üyeliğine atanması, buna karşın ise, Asya Bank'tan maaşını alıyordun, kredi alıyorsun diyerek,bylock kullanıyorsun diyerek binlerce kişinin mesleklerinden,işinden,aşından yoksun kılınması ilginç olmanın ötesinde, suçluların ittifakı anlamı taşımıyor mu? On yıldan fazla süredir üye,başkan vekili,başkan olarak görev yapan Saraç'ı nereye yerleştireceğiz? Bunlar aynı takımın oyuncuları değil mi? YÖK cellatlığının Ocak 2015 AYM kararı sonrasında yükseköğretim kurumu çalışanlarına karşı işlettiği disiplin giyotininin tümü ile geçersizliğine karar verildi. Fetöcü diye tanımlanan Atar adlı hkukçular, Saraçlar vbleri şimdi bu karardan sonra, korsan organ üyesi olarak görev yaptıklarından, onca uyarılarıma karşın bunu sürdürmekten vicdan azabı yanısıra utanç da duyuyorlar mı ve istifa etmeyi düşünmüyorlar mı,acaba ? Bunlardan böyle bir erdemli davranış beklemek fazla hayalperestlik olarak nitelenmez mi?

14 Aralık 2016 Çarşamba

Değerli Paydaşlarım, 10 Aralık 2016,Cumartesi günü, Besnililerin bir araya  geldiği bir toplantıda İstanbul-Şişli’de, BEV Merkezinde idim. Bizler de hem telefonlarımıza gelen iletilerden ve hem de ardı ardına gidip-gelen can kurtaranlardan ötürü bilgilendik, 44 canımızı alan ve yüzü aşkın insanımızın yaralanmasına neden olan bombalı-canlı bombalı saldırılardan. Evrensel İnsan Hakları  Günü’nde yaşadığımız bu insan kırımı, öncelikle en dokunulmaz olan insanın yaşamdan kopartılmasına neden oldu. Saldırı sonrasında gerek bu saldırıyı/insan kırımını üstlenen TKA ve gerekse kimi kendini ve aklını yitirmiş devlet görevlilerinin büyük bir sorumsuzluk ile intikam çağrılarının tanıklığını yaptık. İki Cumhuriyet yazarı, Aydın Engin TAK’a, Tayfun Atay ise,aklını yitirmişçesine intikam çağrısı yapanlara yönelik iki yazı yazdılar. Bu iki yazı, akla çağrı anlamını taşımaktadır. Okumanızı ve yargılarınızı bu süzgeçlerden geçirmenizin yararlı olacağını düşünmekteyim. Bir daha ne şehitler için ağıt yakmak,ne yaralılar için şifalar dilemek ve ne de tabutlar başında içerikten ve içtenlikten yoksun, birbirini yineleyen söylevler dinlemeye gerek kalmaz umutlarımla.14.12.2016

Aydın Engin-Cumhuriyet,14.12.2016
Anlat bakalım TAK!..
Üç gün önce, cumartesi akşamı, İstanbul’da Dolmabahçe Stadı’nın bitişiğinde, maç sonrası kalabalığı yeni dağılmışken, artık toparlanıp gitmek üzere otobüslerine binen ya da binmeye hazırlanan çevik kuvvet polislerini hedef alan bombalı bir saldırıgerçekleştirdiniz. 44 yurttaş orada can verdi. 37’si polis memuru, 7’si de sivil. 150’yi aşkın yurttaşı da yaraladınız. Kimileri ağır yaralı; kimileri yaşam boyu sakat kalacağı yaralar aldı. 

Örgütünüzün adı TAK. Bu bir kısaltma. Açılmışı: Teyrenbaze Azadiya Kürdistan.Türkçesi: Kürdistan Özgürlük Şahinleri.  Örgütünüzün ne olduğu, ne olmadığı üstüne binbir türlü söylenti var. Kimileri sizi PKK’nin üstlenmek istemeyeceği ama destekleyeceği eylemleri yaptırttığı bir “alt-örgüt” olarak tanımlıyor; kimileri PKK’yi “yumuşak” bulup ondan kopanların kurduğu ve şiddeti alabildiğine tırmandırmaktan öte eylem biçimi tanımayan, bilmeyen bir örgütlenme olduğunuzu söylüyor.

Bu ayrıntılar bu yazının konusu değil. Eski eylem sabıkalarınızı da sayıp dökecek değilim. Sadece Dolmabahçe Stadı’nın dibinde patlattığınız bombalı araçlı son “eylem”inizden söz ediyorum.  Saldırıdan bir gün sonra “eylemi” üstlendiniz. Üstlenirken bir de açıklama yayımladınız. Bir savcının “Teröristlerin dolaylı propagandasını yapıyorsun”diye akıllara seza bir sonuç çıkarıp soruşturma açması ihtimali nedeniyle buraya alıntılamıyorum. İsteyen internette kolayca bulup okuyabileceği bir açıklamanızda istedikleriniz belli.  Anlaşılan kendinizi siyasal amaç ve hedefleri olan bir örgüt olarak tanımlıyorsunuz. Hedeflerinizi de sıralamışsınız:
Öcalan’ın salıverilmesini istiyorsunuz.  Bunun için ne yaptınız?  Dolmabahçe Stadı’nın dibinde maç sonrası bombalı araç patlatıp 44 yurttaşın canını aldınız ve 150’yi aşkın yurttaşı yaraladınız. 

Devletin Kürt illerinde uyguladığı ahlak ve akıl dışı askeri yöntemlerden dolayı Türkiye’de rahat bir yaşam sürdürülmesine engel olmak istiyorsunuz?  Bunun için ne yaptınız?  Maç çıkışı Dolmabahçe Stadı’nın dibinde bombalı araç patlatıp 44 yurttaşın canını aldınız ve 150’yi aşkın yurttaşı yaraladınız. 

Türkiye Halklarının bu faşizme artık dur demesi gerektiği”ni öneriyorsunuz?  Bunun için ne yaptınız? Maç çıkışı Dolmabahçe Stadı’nın dibinde bombalı araç patlatıp 44 yurttaşın canını aldınız ve 150’yi aşkın yurttaşı yaraladınız.
***
Şimdi son eyleminizdeki hedeflerinize ve sonuçlarına bakıp bir cevap verin. Bana değil kendinize cevap verin. 

BirÖcalan’ın serbest bırakılmasını istemişsiniz.  AKP iktidarı “Aman bu TAK canımıza okuyacak. Hemen Öcalan’ı serbest bırakmalıyız” mı dedi? Der mi? Yoksa hedefinizle eyleminiz arasında saçmalık sınırında bir zıtlık mı var? 

İki: “Türkiye halklarının bu faşizme artık dur demesi gerektiği”ni önermişsiniz.  Dolmabahçe’deki “eylem”inizden sonra Türkiye halkları silkinip, toparlanıp “AKP’nin bu faşizan gidişine artık dur deme zamanımız geldi” filan mı dedi? Yoksa “Teröre karşı sadece askeri  yöntemler öneren AKP haklı olabilir. Bu iş başka türlü çözülmez. Hukuk mukuk palavra. İdam, idam...” diyen zihniyet kol gezmeye mi başladı? 

Üç: Bu hafta AKP’nin faşizan gidişinin, oligarşik bir sisteme tırmanışının simgesi olan “cumhurbaşkanlığı” kılıflı başkanlık sistemi’nin ülkeye nasıl bir demokratik felaket getireceğini tartışacaktık. O konu artık ve sayenizde gölgelendi.  Erdoğangillerin ekmeğine yağ sürdünüz; konumlarını pekiştirdiniz; AKP’ye “Allah’ın lütfu” bir hizmet sundunuz. 

Sonuçları bu olan ve sadece bu olan “eylem”inizle hâlâ ve yine övünecek misiniz?  Yoksa (pek umudum yok ama) külahınızı önünüze koyup “Biz kime hizmet ediyoruz” sorusuna cevap mı arayacaksınız?..

Tayfun Atay-Cumhuriyet, 14.12.2016
İntikam lâfzı devletin vasfına uymaz

İntikam, “karşılıklılık” (“reciprocity”) prensibi temelinde insanlar ve topluluklar arasında gerçekleşen bir eylemdir. Ve “karşılıklılık”, birbirine eşit sayılan taraflar arasında söz konusudur.  İntikam, normatif bir siyasal düzenin, yani bir hukuk ve yargı (adalet) sisteminin namevcut olduğu, daha özlü ve somut ifadesiyle “devlet”in olmadığı yerde kendini gösteren “primitif” bir adalet seçeneğidir.

İntikam, tarihsel süreçte aileler veya akraba grupları arasında belirmenin ötesinde, bir siyasal örgütlenme biçimi olarak kabile- aşiret yapılarında karşımıza çıkan bir olgudur. “Kan davası”, bu tip toplumsal-politik örgütlenmelerde intikamın “töre” kılınmış karşılığıdır. Ve devlet siyasal örgütlenmelerinde hukuk ne ise, cemaat, kabile, aşiret örgütlenmelerinde “töre” odur.

O yüzden hem bu coğrafyada, hem de bize komşu coğrafyalarda akraba gruplarında, köy cemaatlerinde, kabile-aşiret toplumsallıklarında bu “töre”nin yerleşikliğini ortadan kaldırmak, öncelikle devletlerin boynuna borçtur.

Devlet töreyi, kan davasını aşmaya ve onlarla ilişkili bir adalet seçeneği olarak intikamla da (sarmaş dolaş olmaya değil) başa çıkmaya, hükmettiği topraklarda yaşayanlar arasında yaygın intikamcı hesaplaşmaları gidermeye çalışır.

Aksi takdirde devlet, devlet olmaz.

Aynı şekilde, bir devletin ülke sınırları içinde bir terör eylemi karşısında en üst düzey yetkili ağızlarından “intikam” lafzını kullanması, sonrasında da bu lafzın tahrikiyle yine resmi görevlilerce gerçekleştirilen bir takım “intikamcı”operasyonlar… Bunlar da o devletin devlet olma vasfını zedeler. Onu terör örgütü ile muhatap, eşit ve “karşılıklılık” içinde bir duruma getirir.

37’si polis, 7’si sivil, toplam 44 yurttaşın hayatını kaybettiği kanlı terör eylemi karşısında devletin takındığı tavır, “intikam” kavram ve pratiği üzerine yukarıdaki siyasal-sosyolojik açıklama çerçevesinden bakıldığında bir güçlülüğe değil zafiyete işaret eder.

Olay korkunçtur ve toplumun, halkın, insanların soğukkanlılığını kaybetmesini de, acıyı öfkeye kanalize etmesini de, intikamcı bir söylem, tutum ve tavra savrulmasını da anlayabilirsiniz.
Ama devletin tam da bu intikamcı motivasyonun dışında ve üzerinde akli, adli, hukuki bir vakar içinde olmasını beklerken, neredeyse toplumu sollayan bir intikamcı söylem ve pratiğe teslim olmasını anlamak mümkün değildir. Aksine devlet adına kaygıya kapılmak kaçınılmazdır.
Kanlı saldırıların ardından ulusal hassasiyetin çok daha tehlikeli gelişmelere yol açacak şekilde doruğa çıktığı bir atmosferde, terörün failleri yakalanmamışken HDP teşkilatlarına baskınlar, yöneticilerine gözaltılar.İl binalarının duvarına “Geldik, yoktunuz. Yine geleceğiz!” yazmalar…  İnsanları şöyle ya da böyle tweet attı diye gözaltına almalar… TAK’ın yaptıklarının öcünü HDP’den, Cem Mumcu’dan, ondan bundan almalar…

Bunlar bir “devlet”ten beklenecek davranışlar değildir. Olsa olsa birbiriyle kan davasına tutuşmuş iki “eşit” topluluktan, bir üyesini kaybetmiş olanın hiç ayırt etmeksizin diğer topluluğun üyelerini ya da ona üye saydıklarını ve sandıklarını intikam için hedef yapmasını hatırlatan bir görüntüdür bu.

Böyle yaparsanız terörü zayıflatmaz aksine güçlendirir; terör örgütünün de ağzının payını vermek bir yana, aksine onu payelendirmiş olursunuz. Devlet, intikam almaz, intikamı yok eder, etmeye çalışır.
Ayrıca devlet, güçlüyse eğer, sağlam ve sağlıklı bir mide gibidir, onu hiç hissetmezsiniz.
Ama bir devlet, sakinliğini, soğukkanlılığını, rasyonalitesini kaybedip intikam duygusuyla davrandıkça da mide ağrısından kıvrandıkça kıvranırsınız.


Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
Büklüm Cad.Divan Apt.36/2
Kavaklıdere / Ankara

Aşağıdaki başvuru belgesi, “Barış İçin Akademisyenler Grubu”nca yayımlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan meslektaşlarıma, Cumhurbaşkanı RTE’ın hakaret ve suçlamalarına karşı dava açan Prof.Dr.Baskın Oran’ın tazminat davasına, davacı yanında katılma amacı ile kaleme alınmıştır. Ancak, bu türden davalara,davacı yanında katılmanın olamayacağı üzerine Mahkeme Yargıçlığına verilememiştir. Sonuçsuz kalan bu girişimimin belgeliklerim arasında yer almasına dönük olarak,bu metni sizlerle paylaşıyorum.
13 Aralık 2016 günlü duruşmada,ben de Baskın Oran ile birlikteydim. Yargıç, gerekçesini sonra açıklamak üzere, davayı red etti. İşin ilginç olan yanı, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barışa çağrı metnini, ‘düşünceyi açıklama” olarak değil de, suç belgesi olarak ağır saldırı konusu kılan Cumhurbaşkanının sözlerini, avukatının “düşünceyi açıklama”olarak değerlendirmesi olmuştur. Yargıcın vardığı sonucun yansız ve bağımsız yargının yokluğunun ne denli olumsuz sonuçlara kaynaklık edeceğinin yakın tanığı oldum. Yansız ve bağımsız(!) yargıcın yerinde olmak istemezdim.

ANKARA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ YARGIÇLIĞINA

10252465274 T.C. Yurttaşlık numaramdır.21 Haziran 1946 doğumlu olup, yetmiş birinci yaşımın da içindeyim. 1969 başladığım akademik mesleğimi, 44 yıllık hizmet sonrasında, 21 Haziran 2013 yılında tamamlayarak emekli oldum. Bu süre içinde yüksekokul müdürlüğü,anabilim dalı başkanlığı,bölüm başkanlığı, fakülte dekanlığı, fakülte kurulu ve fakülte yönetim kurulu üyeliği, üniversite senatosu ile üniversite yönetim kurulu üyeliklerini onurla taşıdım. Bunun yanı sıra, Başbakanlık Danışmanlığı, Ankara-Çankaya Belediye Başkan Yardımcılığı, Başbakanlık İnsan Hakları Yüksek Danışma Kurulu üyeliklerinde görev yaptım.Adana,Muğla,Ankara,Sivas Üniversitelerinde binlerce öğrencinin yetişmesinde, yaşama donanımlı katılmalarında katkılarım oldu, sorumluluklar üstlendim. Yalnız lisans değil, lisansüstü programlarda, akademik unvan yükseltme jürilerinde, günümüzde görevlerini sürdüren çok sayıda akademik personelin değerlendirilmesinde sorumluluk taşıdım ve taşımaktayım. Halen de YÖK-Yüksek Disiplin Kurulu üyesi olarak, Eğitim-Sen’i temsil etmekteyim. Sözün  özü, kendime, topluma ve ülkeme karşı görev ve sorumluluklarımı hakkınca yerine getirdiğime ve getirmekte olduğuma inanan ve bu inançla kıvanç duyan bir “yurttaşım”.

Bu bilinç ve kıvançla; Recep Tayip Erdoğan’ın başbakan ve şimdiler cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan biri olarak, benim de içinde bulunduğum toplumun onuru ve yüzakı aydınları hakkında “alçak, zalim, cahil, tiksinti verici, vatan haini, lümpen, terör örgütünün maşası, ahlaksız güruh, mandacı artığı, ruhu kirlenmiş, kapkaranlık aydın müsvetteleri” sıfatlarını ve nitelemelerini ard-arda sıralamasından büyük bir üzüntü ve utanç duydum ve duymayı da sürdürmekteyim. Bu türden niteleme ve sıfatlamaları şiddetle ret etmeyi özüme saygımın gereği sayarım.

Bütün bu nedenlerle; meslektaşı olmaktan onur duyduğum Prof.Dr.Baskın ORAN’ın, bu niteleme ve sıfatlamaların sahibi olan Recep Tayyip Erdoğan hakkında açtığı davaya, davacı yanında müdahil  olmak istiyorum. İsteğimin değerlendirilerek, davacı yanında davaya katılmama izin verilmesini sunarım.


Saygılarımla. 13.12.2016                                                                         Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

10 Aralık 2016 Cumartesi

29 insanımızı yaşamdan kopartan,166 insanımızın yaralanmasına neden olan saldırı sırasında İstanbul-Mecidiyeköy'de Besni Eğitim Vakfı'nda hemşerilerimle birlikte idim.Sözün bittiği noktadayız. Ülkemizin teröristlerin cirit attığı, insanımızın teröre kurban edilmesinin sürmesinden sorumluluk taşıyanları kınıyor ve beklenmez ama, istifa sorumluluklarını anımsatmak isterim.OHAL koşullarında bu nasıl istihbarat? Neden önleyici önlem alınmıyor ve neden almayanlar hala görevlerinin başında?Kimilerinin ikbal ve istikballeri uğruna yaşamdan kopartılanlar için cenaze töreni düzenlemenin ötesinde yapılması gerekenlerin bulunduğunu düşünmekteyim.Ülkemizi kan gölüne dönüştürenlere lanet olsun.

30 Kasım 2016 Çarşamba

Sevgili İnandı, siyasetin ekseni özellikle 1980'li yıllardan başlayarak ve giderek artar biçimde halka hizmetten, siyasal rant devşirmeye dönüştü. Eskiden belediye başkanı olmak,milletvekili seçilmek için, o yıla kadar edindiğiniz varlıklarınızdan bir kısmını,çoluk çoçuğunuzun rıskının bir bölümünü gözden çıkartmayı gerektiriyordu. Günümüzde ise beytülmalın başına çömelip,kamusal kaynakların yağma ve talanından pay kapmaya dönüştü. Bu dönüşümün yalnızca siyaset kadrolarında değil, kamusal kimi hizmetlerde de kendini gösterdi ve yaygınlaştı,derinleşti.Bu dönüşüm yalnızca bu güre yada döneme özgü değildir. Ancak, günümüzde daha da derinleşmiştir.Size önerim, örneğin İhale Yasasının, son on yılda kaç kez değiştirildiğine bakmanızdır.Yaşadığım,tanıklık ettiğim iki örnek vereceğim size,hem de Adıyaman'dan. Bir zamanlar bir ilçe başkanı, mesleği olmamasına karşın,müteahhitliğe soyunur ve kamu ihalelerinden pay kapmaya girişir. Ben, bu işe Valilik katında aracılık etmek isteyen Milletvekiline bunu yapmamasını, ilçe başkanının, kamu görevlilerini halk adına denetim ile görevli olduğunu, eğer kamu ihalesinde müteahhit yada taşeron olursa,kamu görevlileri tarafından denetlenir konuma düşeceği uyarısında bulunmuştum.İlçe başkanı ve milletvekili bu öğüdüme kulaklarını kapadılar. O ilçe başkanı ihaleyi aldı ve fakat beceremedi. Zamanın A.Yaman Valisi, valilik ve kaymakamlık personeli ile halkın önünde, o ilçe başkanını halkın içine çıkamayacak biçimde kınadı,azarladı. İkinci örneğim ise,daha yakın yıllarda gerçekleşti. Bu daha da kötü ve iğrenç.Yapması/yapması gereken kamusal hizmetten rüşvet mi,komisyon mu,avanta mı ne adla olursa olsun, pay almayı kendisi için bir hak olarak gören belediye başkanımız oldu. Konu, işgörenler tarafından zamanın valisine,belediye başkanının rüşvetsiz-komisyonsuz iş vermediğini şikayet eder. Zamanın valisi, önce belediye başkanını uyarır,bu türden rüşvet ve yolsuzluğun sözünün,dedikodusunun bile tahammül edilmez olduğunu belirtir. Belediye Başkanı, ihalelerden müteahhitlerin büyük paralar götürdüğünü, kendisinin üzerinden servet sahibi olanlardan kendi payına düşeni almasının hakkı olduğunu,bundan vazgeçmeyeceğini bildirir. Vali, bu konularda yapıyan ihbarları gerekçe tutarak İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğünden müfettiş görevlendirilmesini ister. Bu gelişmeler öncesi ve sonrasında araya dönemin milletvekilleri girerek,valiyi bu girişiminden vazgeçirmeye,örtük biçimde de tehdit etmeye girişirler. Vali, müfettişlerin gelmemesi,dosyasının işleme konulmaması üzerine zamanın İçişleri Bakanlığı Müsteşarını arar.Müsteşar, dosyanın bakan tarafından işleme konulmadığını,üzülerek valiye bildirir. Vali, belediye başkanı ile zamanın iktidar partisinin milletvekillerinin gadrine uğrar ve yargı tarafından iade edileceği görevinden alınır.Ve bir daha da hep Merkezde tutulur.Çünkü şikayet edilen belediye başkanı ile milletvekillerinin mensubu olduğu parti hep iktidardadır. Günümüzde kamu kaynaklarının nasıl yağma ve talan konusu kılındığının kaynağını öğrenmek istiyorsak iki şeye bakacağız. Birincisi Kamu İhale Yasası ve bundaki değişiklikler, ötekisi ise "Nereden Buldun Yasası"nın var olup olmadığına,kaldırılıp-kaldırılmadığına. Uzağa gitmeye gerek yok. Günümüzde çevremizde siyaset bal küpüne bırakınız parmaklarını,kollarını,tüm gövdelerini sokanları dünkü varlıkları ile günümüzdeki varlıklarına bir bakın. Çoluk-çocuk ve akrabalarının nasıl nemalandıklarını görebilirsiniz. Valisi kaymakamı da, günümüzde kimi ekonomik kuruluşlardan hakkı huzur adı altında, rektörler dernek -vakıf ve işletmelerden aldıkları kar payları,hakkı nuzur ve ek ücret ile dünyalıklarını da ,ahretliklerini de devşirmeye çamlışıyorlardır. Yoksul halka düşen ise, sosyal devletin görevi iken,sadakanın ötesine geçmeyen kırpıntılar,suçlarının örtüsü olarak dağıtılmakta.Esenlik dileklerimle.30.11.2016

25 Kasım 2016 Cuma

Yahu oyun mu oynuyor, toplumla dalga mı geçiyorsunuz. Önce TSK ve komutanları saygınlıktan uzaklaştırıyorsunuz,sonra ise, saygınlığını çiğnediğiniz kurumları,güya ihya ediyorsunuz.Dün kovulan kurumların başkanları, ertesi gün bunun için teşekkür kuyruğuna mı giriyorlar acaba? Yazık ve utanıyorum, o kurum ve kişiler adına.0
bunu "allahın lütfu" olarak görüp, bugün yakınıcısı olduğunuz uygulamaların sahiplerine bir bulunmaz armağan olarak verirsiniz?Bilisizlik dereceniz bu denli derin mi? Bu aldatılma dersini, 7 Haziran seçimleri sonrası, figüranı olduğunuz hükümet oyununda ayırt edemediniz mi? OHAL'i ve KHK ile yönetme olanağını altın tepsi içinde sunduğunuz RTE ve AKP'nin ne yapmasını bekliyordunuz? Güzel ve yalnız ülkemin muhalefet lideri de bu! Yazık bu halka ve güzel-yalnız ülkeme. Yakındığınız her şeyden birinci derece de siz de sorumlusunuz.Tarih bunun tanığıdır.

Bu yanıt, Kılıçdaroğlu'nun Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Klüsündeki konuşması üzerine yanıt olarak hazırlanmış ve Hürriyet Gazetesi'nin 25.11.2016 günkü sayısında,internet sayfasında yayımlanmıştır.
ahu susun,susmayı bilin yada ne dediğinizi. Bir parti lideri, Başbakanın kendisini aradığını,arama tarihi,nedeni ve konuşma özetini bir not defterine yazar. Ne demek "darbeden iki yada üç gün sonra" demek? Sonrasında, madem ki, yararlı ahmaklarca başarısızlığa mahkum silahlı kalkışmayı, halk,siyasal partiler ve parlamento ortaklaşa püskürtmüş ve parlamentonun "gaziliği" birden yeniden anımsanmış ise, neden "bu savaşımı parlamentoda birlikte verelim" demezsiniz de, oy ile,parlamentonun devre
ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği tarafından Cumhuriyet Gazetesi'ni ziyaretleri sonrasında hazırladıkları bildiriyi, öteki derneklerin de katılımını isteyen yazıları üzerine yazılmıştır. 25.11.2016


Değerli Dostlar,bildirinizi ve aracılık ettiğiniz çığlık için sizi kutluyorum ve destekliyorum. Ancak, bu bir siyasal davadır ve yeni düşman ortaya çıkınca, "yine aldatıldık, bunlar tümü ile kumpasmış" deninceye kadar da, çağrınıza uyan bir siyasal iradeyi bulmamız da olanaksız. Tıpkı, Engenekon,Balyoz vb. davalarda olduğu gibi. Çünkü, hain ve düşman yaratımı, günümüzün siyasal reis'i için, soluklanmanın ve kendisini güvende duyumsamasının yolu bu. Dünkü öğretmenlere seslenişine bakın: "Şu an bildiklerimi söyleyemiyorum. Günü geldiğinde onlar da kaleme dökülecektir" diyerek ve kendisini "arkadaşları tarafından tek başına bırakılmış biri olarak tanımlaması bundandır. Mağduriyet edebiyatı, korku üretme ve yayma yöntemi hep sürdürülecektir.Bütün bu nedenlerle ister tutuklu,isterse tutuksuz, kendisi sanık olan savcı eliyle hazırlanmış ve bu iddianameyi onaylayan yargıçlara güvenemiyorum. Siyasal irade,buyruğunu değiştirenceye kadar da bu böyle sürecek gibi. Dilerim yanılırım ve "demokrasinin ilerisine aşık(!) muktedir" tez elden düşman ve hain üretmekten kendisini uzak kılar.Eğer imzamın bir anlamı varsa, bildiriyi destekleyenler arasına yazabilirsiniz. senlik dileklerimle.Yahu ben, ODTÜ gibi bir üniversitede, engizisyon döneminde olduğu gibi, suçlama belgesinin ve disiplin dosyasının bir örneğininin tarafıma ve suçlananlara verilmesi istemime,8 Kasım 2016 ODTÜ Disiplin kurulu toplantısında "karar verilmesi sonrası" diye yanıt almanın üzüntüsünü,"bunu tutanağa bağlayalım" dememe karşın, "böyle bir yöntemlerinin olmadığı", karar sürecine katılmam gerektiğini yasalara işaret ederek belirtmeme, "biz de böyle bir uygulama yok" yanıtını ve bu yanıtı verenlerin utancını yaşıyorum.
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
 
----- Orijinal Mesaj -----
Kimden: Ogretim Elemanlari Dernegi <oed@metu.edu.tr>

24 Kasım 2016 Perşembe

Eğlen,çalış,öğren, büyü,
Mutlu geçir yaşam denen o öykünü,
Yolun açık,ömrün uzun olsun,
Sana kopardım bahçemde açan en güzel gülü.

23 Kasım 2016 Çarşamba

BU BİZLERİN, YURTTAŞLARIN ÇIĞLIĞI, BİR ÇAĞRI. GÜNÜNDEN MUTLU, GELECEĞİNDEN UMUTLU OLMAK VE İNSANCA,GÜVEN İÇİNDE YAŞAMAK İSTEYENLERİN ÇIĞLIĞI. KULAK VER VE ÇIĞLIĞIMIZA SEN DE KATIL.24.11.2016

 ≠benimdeitirazımvar
“Yurttaştan yurttaşa bir çağrımız var. Bu toplumun büyük çoğunluğu gelişmelerden memnun değiliz, huzursuzuz, güvensiziz, geleceği göremiyoruz, böyle yaşamak istemiyoruz.

Milyonlarca yurttaşın olup bitenlere rızası değil itirazı var ama tek tek sesimizduyulmuyor.   Gücümüzü gücümüze, seslerimizi birbirimize katarsak suskunluğu aşarız, sessizliği deleriz,duyulur,görülürhalegeliriz. 

Ekteki metni elindeki bütün olanak ve yollarla gönderebildiğin, ulaşabildiğin herkese, her partiye, her kuruluşa, üyesi olduğun örgütlere, arkadaşlarına, eşine dostuna, izlediğin kanalların haber ve tartışma programlarına, kendi sosyal medya ağına, her yere gönder. İstersen bu metinden birkaç cümleyi al, istersen kendi itirazını 140 karaktere indirip “BenimdeİtirazımVar” hashtag’iyle paylaş, metni Facebook’una koy. Yurttaşın, hepimizin itirazının milyonlara ulaşabilmesi için yaratıcı ol.” 

Bu toprakların ortak sahibi olan bizler; AKP, CHP, HDP, MHP ya da başka partilere oy veren Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Süryani, Çerkes, Müslüman, Hıristiyan,  Yahudi, Sünni, Alevi, inançlı, inançsız bütün yurttaşlar, 
Savaş istemiyoruz, şehit istemiyoruz, çocuklarımızın ölmesini, öldürmesini, birbirlerine silah çekmesini istemiyoruz. 
Düşman cephelere bölünmek, kardeşliğimizi, ortaklığımızı yitirmek istemiyoruz. 
Ne darbe, ne vesayet. Ne diktatör, ne terör! İşimizde gücümüzde, huzur içinde, özgür yaşamak istiyoruz. 
Kadın olduğumuz için hırpalanmak, tecavüze uğramak, öldürülmek, örtülüyüz diye aşağılanmak, şort giydik diye saldırıya hedef olmak, korku içinde yaşamak istemiyoruz. 
Kadın erkek hepimiz;  inançlarımızı, dinimizi, kültürümüzü özgürce, eşitçe yaşamak istiyoruz. 
Hangi suçla suçlandığımızı bilmeden, kimin adına, hangi hukuka göre  karar verdiklerini bilmediğimiz mahkemelerce tutuklanmak, hapse atılmak; darbeyle, terörle hiçbir ilgimiz yokken yalan ihbarlarla,  sahte delillerle sorgusuz sualsiz işimizden olmak, meslekten uzaklaştırılmak, çoluk çocuğumuzla açlığa mahkûm edilmek; barış deyince terörist, mağduriyet deyince hain ilan edilmek istemiyoruz. 
Keyfi kararlarla malımıza mülkümüze el konmasını, emeğimizin hakkının, ücretimizin, maaşımızın elimizden alınmasını,  evlerimizin, köylerimizin yakılıp yıkılmasını, çocuklarımızın eğitimlerinin aksamasını, gençlerimizin sokaklarda heba olmasını istemiyoruz. 
Biz halkız, vicdanlı, iyi insanlarız; bizi tahriklerle kötücülleştirmeyin,  kin ve nefret sözleriyle ayrıştırmayın, kana, ölüme alıştırmayın. 
Savaş, ölüm, idam, çatışma, kavga istemiyoruz. 


Bu ülkeyi yönetenler, kaderimize hükmedenler! 
Sizler; halkı sindirmek, özgürlükleri yok etmek için değil, 
biz yurttaşları barış, güven, huzur içinde yaşatmak için seçildiniz. 
Bilin ki bu gidişe rızamız değil itirazımız var. 
Bizi duyun!

Peygamber böcekleri

SELÇUK EREZ-23.11.2016
Peygamber böceklerinin (mantis religiosa) hangi peygamberin böceği oldukları henüz kesinlikle saptanmış değildir. Patlak gözleriyle Salvador Dali’ye benzeyen ve çoğu yeşil renkli olan bu böcekler fırsat buldukça dua eder fakat oruç tutmazlar. 
Dişileri, kendilerine söz atanı, sarkıntılık, mobbing yapanı ve tecavüze kalkışanı asla affetmezler; her türlü tecavüzcünün önce başının etini yer sonra da onu öldürürler.* 
Böyle davranmalarının nedeni bilinmemektedir. Bir görüşe göre bunu, böceği oldukları peygamberin bir vaazını dinlerken öğrenmişlerdir. Diğer bir bilimsel görüşe göre ise peygamber aslında böyle bir şey söylememiş, bilakis “tecavüzcüleriyleevlensinler” buyurmuştur ama vaazdan az önce birkaç çıyan yemiş olan peygamber böcekleri, kafaları bulanık olduğundan bu sözleri yanlış yorumlamışlardır. Bu konuda ileri sürülmüş olan üçüncü bir görüş daha var: Bu böceğin erkeği sabah akşam TV’den Türkiye haberlerini izlemekte ve sonuçta kendi beceremediğinden dişisinin bu şekilde damarına basarak kafayı ona yedirmektedir. 
Bilim insanları, tecavüzcü böceklerin saldırıları sırasında kendilerinden geçtiklerini, adeta “Vuslatın başka âlem - Sen bir ömre bedelsin / Bir ihtimal daha var - o da ölmek mi dersin” gibi bir şarkı mırıldandıklarını belgelemişlerdir. 
Başka bir bilim insanı da böyle bir eylem sırasında kafasını yitiren böceklerin aslında ölmediklerini, bir süre sonra silkinip kalktıklarını ve peygamberlerinin en inançlı izleyicileri haline dönüştüklerini saptamıştır. Peygamberleri de herkesten çok onlara güvenir, en önemli yerlere onları atar. 
La Fontaine’nin de bu böcekle ilgili güzel bir şiiri vardır: 
Peygamber Böceği ile Karınca 
Peygamber böceği bütün yaz 
Nihaventten şarkılar söyleyip kelle yerken 
Sonbaharda bastırınca ayaz 
Ve ortalıkta başı yenecek haşarat kalmayınca 
Açlıktan ölmemek için karıncaya başvurmuş 
“Üç beş bokböceği ölüsü, iki örümcek artığı 
Ödünç verirsen ilk baharda fazlasıyla öderim” demiş. 
Karınca dediğin kaçın kurrası! 
Gitmiş Standart and Poors’a, Fitch’e danışmış. 
Reytingler alabildiğine kötü gelmiş. 
Karınca o zaman böcekle söyleşmiş: 
- Ne yaptınız yaz boyunca? 
- Şarkılar söyledim kelleler yuvarladım. 
- Öyleyse şimdi de halay çekiniz! 
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
YÖK-YDK Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi Olarak)
0532 513 39 52

12 EYLÜL HUKUKUNU ARAR KONUMA GETİRİLEN ÜNİVERSİTE
Günümüzde ulusların varsıllığı, gönenci ve barışı, bilgi ve erişim devrimi basamağındaki konumu ile yakından bağlantılıdır. Daha fazla bilgi, beceri ve öğrenme kapasitesine sahip olanlar yaşam boyu olaganüstü bir ekonomik doyuma ve yaşam düzeyine ulaşırlarken, bu ölçütlerin uzağında olan toplumlar, umarsızlık ve yalnızlık içinde, yoksulluk ve yoksunluk  çukurunda debelenmeye mahkumdurlar. Bu nedenden gelişmiş ekonomiler, eğitimi, siyasal ve toplumsal önceliklerinin ilk sırasına koyarak, çağcıl uygarlık düzeylerini korumak ve geliştirmek çabasındadırlar. Bilgili, beceri ve özgüven sahibi, öğrenme kapasitesi yüksek insanların nitel ve nicel ağırlığı özellikle yükseköğretim sistemine bağlıdır. Küreselleşen ve küreselleştikçe de karmaşıklaşan dünyamızda özgüvene sahip ve girişimci bireyler olabilmek, entellektüel bir savaşımı gerektirmektedir. Bu ise, eğitim sisteminin, özellikle de yükseköğretim sisteminin bu ortamı sağlayacak özgürlük ve serbestlik iklime sahip olmasını gerektirmektedir.
Türkiye'de ise, eğitim ve yükseköğretimden beklenen "kinci ve dinbaz kuşaklar" yetiştirmek olduğundan, sistem, entellektüel savaşımı başaracak ortamdan, çatışmacılığa, biatçılıaı, kapıkulluğuna göre biçimlendirilmektedir. Bunun son örneğini, iki saygın ve yetkin üniversitemizdeki rektör atamalarında yaşadık ve yaşamaktayız.
Kurulduğu 1981'den bu yana en çok yakınılan YÖK Sistemi ve onca değişiklik yapılmasına karşın sürekli değiştirilmek istenmesi masalı yinelenen 1982 Anayasası, "Faşist Darbe Ürünü" olarak tanımlanmaktadır. Ve tüm siyasal partiler ve hükümetler, 1982 Anayasasına kaynaklık eden YÖK Sistemini kaldırmak konusunda görüş birliğini yineleyip durmaktalar. Ancak, 1983 seçimlerinden sonra gelen tüm iktidarlar, Anayasanın onca maddesi değiştirilmiş olmasına karşın, YÖK sisteminin üzerine oturmayı ve bu kez de kendilerine biat eden kuruma dönüştürme fırsatçılığını sergilemişlerdir.
Fazla uzağa gitmek istemiyorum. Muktedir olmazdan önce, "ileri demokrasi(!)masalı" ile, "tatlısu solcularını, demokratlarını, darbe mağdurlarını, askeri vesayetten yaka silkenleri", "Fareli Köyün Kavalcısı! gibi,peşine takan  AKP;  Programı, 2002 Seçim Bildirgesi ve Acil Eylem Planında YÖK ve Üniversiteye yönelik hedeflerini şöyle sıralanmaktadır: "...Yükseköğretimde köklü bir reforma ihtiyaç vardır.YÖK,üniversiteler arasında koordinasyon sağlayan,standart belirleyici bir yapıya kavuşturulacak, üniversiteler idari ve akademik özerliğe sahip,öğretim elemanları ve öğrenciler üzerinde baskı, dayatma ve antidemokratik uygulamaların bulunmadığı, bilimsel bilginin üretildiği, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin esas olduğu kurumlar haline getirilecektir".
İleri demokrasi(!) masalının getirisinin yüksek olduğu dönemde, programı, seçim bildirgesi ve hükümet programı ile acil eylem planında yer alan üniversite reformunu yapabilmek için köklü bir değişimi başlatan Birinci RTE Hükümeti (59.T.C.Hükümeti) olmuştur. AKP Hükümetinin başlangıcındaki üniversite tanımı şu biçimde idi: "üniversiteler, özgür ve demokratik ortamlarda bilginin üretildiği, yayıldığı, gerçeğe ulaşmanın değişik yöntemlerle araştırıldığı,insanın, toplumun ve ülkenin geleceğinin inşa edildiği vazgeçilmez kurumlardır".

2547'yi reforme edebilmek için, Başkanı Kuzu olan zamanın TBMM Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Taslak ile, Üniversiteler "çoğulculuğu ve demokratik katılımı esas alan,...idari ve mali özerkliğe,bilimsel özgürlüğe sahip..." kuruluşlar olarak tanımlanıyor ve devletin üniversiteler üzerindeki "gözetim ve denetim yetkisi " kaldırılıyordu. Rektörlerin Cumhurbaşkanınca, dekanların YÖK nca seçilmesi ve atanmasından vazgeçiliyordu. Anayasanın 131nci maddesi ile, YÖK'ün görev ve yetkileri, yükseköğretim alanını eşgüdümü sağlamak ve planlama çalışmalarını yapmak olarak sınırlanırken, güçlendirilen Üniversitelerarası Kurul, akademik ölçütlerin belirlenmesi, üniversitelerin denetlenmesi ve değerlendirilmesi ile yetkilendiriliyordu.Anayasanın 104 üncü maddesinde yer alan Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri arasından ise,"Yükseköğretim Kurulu üyelerini ve üniversite rektörlerini seçmek" çıkartılıyordu.
Benim de Başkanlığını yaptığım Öğretim Üyeleri Derneği adına ve Eğitim-Sen Temsilcisi olarak katıldığım Çalışma Grubu tarafından, Anayasa'nın 130 ve 131 inci madde değişikliklerine koşut olarak hazırlanan 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası Değişiklik Tasarısı ile rektör maddesi şöyle değiştirilmekte idi: "Rektör, üniversitenin son bir yıl kadrolu öğretim üyesi olarak çalışmış profesörleri arasından, dört yıl için seçilir. Bir profesör kendi üniversitesinde bir kez rektörlük yapabilir. Rektörün seçiminde oy kullanabilmek için o üniversitede son bir yıldır öğretim üyesi kadrosunda çalışıyor olması gerekir. Oyların yüzde ellisinden fazlasını alan aday, rektör seçilmiş olur. Seçilen aday doğrudan görevine başlar ve durumu YÖK'e bildirir. Rektör üye tamsayısının üçte ikisinin kararıyla görevden alınabilir. Rektörün görevleri, kişisel inisyatif kullanma durumundan yönetim kurulu ve senato tarafından alınan kararları uygulamak biçimine dönüştürülmüştür".
2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasının üniversite organların birinci sırasına yerleştirdiği rektörün atamasındaki başlangıçtaki yöntem; "Yükseköğretim Kurulu'nun önereceği yükseköğretimden sonra en az onbeş yıl başarılı hizmet vermiş, tercihan devlet hizmetinde bulunmuş, ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere dört kişi arasından Devlet Başkanınca beş yıl için atanır. Önerilenlerin atanmadığı ve iki hafta içerisinde yeni adaylar gösterilmediği takdirde Devlet Başkanınca doğrudan atama yapılır. Süresi biten rektör yeniden atanabilir" biçiminde idi. 7 Kasım 1981'den başlayarak, 07.07.1992 günlü 3826 sayılı yasaya kadar, YÖK'un mutlak patronu olan İhsan Doğramacı rektörleri belirliyor ve devlet başkanı da bunları onaylıyordu.
Bu düzenleme, akademiya dünyasının uzun süren çaba ve uğraşları sonucu, 07.07.1992 günlü 3826 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile şu biçime büründürülmüştür: " Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik ünvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz...Bu toplahtıda en çok oy alan 6 kişi aday olarak seçilmiş sayılır,bunlardan Yükseköğretim Kurulu'nun seçeceği üç kişi atanmak üzere Cumhurbaşkanına sunulur. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör adaylarının seçimi ve rektörün atanması ilgili mütevelli heyet tarafından yapılır".
3826 Sayılı Yasa ile getirilmiş olan ve akademiya topluluğunun yaptığı seçimin, önce YÖK tarafından, belli olmayan öznel ölçütlere göre elekten geçirilmesi ve sonrasında ise, YÖK'nun sıralamasını bu kez nesnel olmayan ölçütlerle Cumhurbaşkanın eleğinden geçiren sistemin gerçek bir seçim olarak kabul ve onay görmesi mümkün değildir. Gerçekten de, akademiya topluluğunun istencinin,  önce YÖK ve arkasından da Cumhurbaşkanları tarafından açıklanmayan gerekçelerle yok sayılması, akademiya topluluğuna olan güvensizliğin ve üniversitelerin siyasal çıkarlara araç kılınması isteğinin kanıtını oluşturmaktadır.

1991 genel seçim kampanyasında "oy ver, YÖK un üzerindeki iki noktayı kaldırarak yok edelim" slagonu ile bilbordları süsleyen DYP ile, YÖKnu kaldırmayı amaçlayan SHP'nin ortak hükümeti tasarısının ürünü olan bu ucube sistem; "yararlı salakların darbe kalkışmasını" başarı ile fırsata dönüştüren ve bunu "Allahın lütfu" olarak kutsayan AKP ve RTE, tarafından, 3.10.2016 günlü 676 Sayılı KHK ile  değiştirilmiştir :  “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak aynı Devlet üniversitesinde iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz. Rektör, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzel kişiliğini temsil eder. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör, mütevelli heyetinin Yükseköğretim Kuruluna teklifi ve Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır.”
Demek ki, 35 yıllık bir geçmişi olan YÖK sisteminde, rektörlerin seçimi ve atamasında üç farklı model getirilmiş gibi görünmektedir. Ancak, faşist askeri darbenin getirdiği baskılayıcı ve merkezci sistem, "yararlı salakların askeri kalkışmasını" fırsata dönüştüren AKP ve Cumhurbaşkanı tarafından, yeniden hortlatılmıştır. 1992'den 2016'ya kadar, 24 yıl uygulama bulan üç dereceli ucube seçim sistemini, 2000'li yılların başında "tek dereceli seçime" dönüştürmeyi amaçlayan taslak hazırlatan AKP ve o taslağın sahibi olan RTE, 14 yılın sonunda, faşist rejimin sisteminin daha da gerisine düşmüştür. 676 Sayılı KHK, yalnız devlet üniversitelerini değil, vakıf üniversiteleri rektörünü belirleme yetkisini, mütevelli heyetin elinden almıştır. Yani vakıf kurucularının kendi mülkü üzerindeki hakları, ortadan kaldırılmıştır. Bu da Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir hükme aykırıdır.
KHK’lerle akademiya topluluğuna yönelik saldırı, topluca “görevinden uzaklaştırma” ve “görevinden çıkartma” olmuştur. İlk kullanım, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri ile barış çağrısı yapan akademisyenlerin, emir ve komuta zinciri uyarınca başlatılan disiplin soruşturmalarının sonucu bile beklenmeksizin, KHK ile üniversiteden atılmalarında gerçekleştirildi. YÖK, kuruluşundan 2016 yılının Temmuz’a kadar ve hatta günümüzde, üniversite çalışanlarının disiplin işlemlerini ,Anayasaya,yüksek yargı kararlarına aykırı “korsan disiplin yönetmeliği” ile terör estirirken,bu kapının, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 gün ve 2016/1221 sayılı yürütmeyi durdurma kararı ile kapanması üzerine, kıyım ve tasfiyeyi, 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki KHK’lerin üzerine yıkmıştır. Akademiya topluluğunun, yargısız biçimde, KHK ile  mesleklerinden ve iş güvencesinden yoksun kılınması, eğer halen yürürlükte ise, Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlarhükmünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Üniversite organlarına ilişkin düzenlemeler ile akademiya topluluğunun tasfiyesine yönelik işlemler, olağanüstü hali düzenleyen Anayasanın 121. Maddesinde yer alan “… Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, KHKler çıkarabilir” kuralına aykırıdır. Yani KHK, yalnızca olaganüstü hali gerektiren konularda çıkartılacaktır. “Allahın lütfu” diyerek kutsanan olağanüstü halin ilanını gerektiren gerekçe, Anayasanın 120. Maddesine dayandırılmıştır. Maddeye göre olağanüstü hal; “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” na dayandırılmıştır. 120 ile 121. Maddeyi birlikte okursak, kimi barışçı akademisyenlerin, 15 Temmuz’daki “yararlı salaklarca, başarısızlığa mahkum kalkışmadan yedi ay önce imzaladıkları “barış için çağrıda bulunan bildiriye imza atmak”, “akademiya topluluğunun rektör aday adayı altı kişiyi seçmek”, “vakıf üniversitelerinde rektör atamasının mütevelli heyetçe yapılması”  ve “Yükseköğretim Denetleme Kurulu üye sayısının onbeş yerine on üyeli olması” nın olaganüstü hali gerektiren konular olarak görüp, bu alanlarda KHK’ler çıkartmak, aklımızla alay etmenin, Anayasa ve yasaların ayaklar altına alınmasından öte bir anlam taşımadığının kabul edilmesi gerekmektedir. Bu fırsatçılıktan ve yasa tanımazlıktan hızla çıkılmasında büyük yarar bulunmaktadır.
22.11.2016