20 Ocak 2016 Çarşamba

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

KADROLAŞMAYI VE MUHALEFETİ DE BECEREMEYEN KILIÇDAROĞLU’NUN CHP’Sİ

Geçen haftaki yazımdan bu yana, Türkiye’ye yönelik IŞİD kökenli saldırılar sürmekte. Önce İstanbul-Sultanahmet’te gerçekleştirilen canlı bomba ve arkasından Kilis’e yönelik roket saldırısı, yerli-yabancı tanımadan can almayı sürdürüyor.Düşmanlaştırdığınız kankanıza yönelik olarak vekalet verdiklerinizin desteğin, Eylül 2001’de ABD örneğinde olduğu gibi, size yönelmesi,üstü örtülmesi gereken bir suçun çaresizliğini bizlere yaşatmakta. Tam bu sırada,”Barış İçin Akademisyenler”in “suç ortağı olmamak için yaptıkları barışa çağrı bildirisi”, özellikle 12 Eylül 2010’daki Anayasa değişikliği sonrasında muktedirlerin azgınlaşan “düşman yaratarak” toplumu kendi çevresinde konsolide etmenin ve İŞİD saldırılarını gündemden düşürmenin fırsatına dönüştürüldü. Barış İçin Akademisyenler’e yönelik olarak başlatılan “cadı avı”, IŞİD saldırılarının  karartılmasına yetmemiş olacak ki, CHP Genel Başkanı’nın 35inci Kurultay konuşmasındaki kimi değerlendirme ve saptamalar, bu kez Kılıçdaroğlu üzerinden, hem savcılık ve hem de RTE tarafından, “yeni bir düşman” yaratılmasına aracı olarak coşkuyla(!) karşılandı. Kişisel çıkar, ikbal ve istikbaliniz ile kin ve intikam duygularınız eksenli olarak yarattığınız her düşman ve dostun, bumerang gibi kendinizi vuracağını akıldan çıkartmamanın büyük yararı vardır. Hele kumarı, analarının kuzularının kanları ve canları ile onların kefenleri üzerinden yapma hovardalığının toplumsal faturasının ağırlığı giderek artmaktadır.Bundan sakınmanın ve tez elden kişisel/grupsal ikbal ve istikbal ile, kin ve intikam duygularının frenlenmesinde, gem vurulmasında buyuk ve tarihsel bir gereklilik bulunmaktadır.Gelelim, geçen hafta sonu,35nci Olagan Kurultay’ını yapan Y-CHP üzerindeki, bu haftaya ertelediğim değerlendirmeye.

Çok partili sisteme geçtikten sonra, ender ve kısa süreli bulunduğu iktidarda muktedir ve kalıcı olamayan CHP, Kılıçdaroğlu ve ekibi eli ile, muhalefeti bile becerememe konumuna itelenmiş bulunmaktadır. Sergilenen beceriksizliği, daha gerilere gitmeksizin 7 Haziran 2015’de yapılan seçim sonrasındaki gelişmeler ile örneklemek isterim. 2012 seçimlerinden sonra, TBMM Başkanını sürekli olarak tek başına belirleyen, AKP,7 Haziran 2015 seçiminde bu olanağı yitirmiş, muhalefet 13 yıl sonra,kendi içinden, bir Başkan belirleme fırsatını ele geçirmişti. Y-CHP/Kılıçdaroğlu ana muhalefet olmanın gerektirdiği bu süreci yönetememiş, TBMM Başkanlığını, yeniden AKP’ne armağan etmiştir. Kılıçdaroğlu ve ekibi, ortak bir hükümet oluşturma konusunda da üzerine düşen görevi yapamamış, kendisine verilmeyen başbakanlık görevini, yine basın aracılığı ile Bahçeli’ye armağan etmiş ve ancak ret yanıtını almıştır. Kılıçdaroğlu ve ekibi, hükümet kurmamakla görevli AKP ekibi ile, birbirlerini keşfediş görüşmeleri ile, kamuoyunu oyalamayı başarmışlar(!) ve RTE’nun tuzağına düşerek, muhalefetin kazandığı seçimi yinelemesine katkıda bulunmuştur. Daha da kötüsü, Kılıçdaroğlu ve ekibi, Anayasal görevi ve hakkı olan “Seçim Hükümeti”nde yer almayı da ret ederek, alanı tümü ile AKP’ye terk etmiştir. Ve AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin taşlarını döşemiştir. “Çatışmasızlık” döneminde sürdürülen çözüm sürecini, trafik polisliğine soyunarak, TBMM’ne yöneltme söyleminin ötesine geçememiştir.

Devşirilmiş kadrosu ile “karmaşık takım” görüntüsü veren Y-CHP, 7 Haziran seçim sonrasını yönetememesi,Kasım seçimleri sonrasındaki yeniden üstlendiği ana muhalefet sorumluluğunu da üstlenemeyeceğine ilişkin kimi ip uçları vermeye başladı. Bu savımı kanıtlayıcı örnekleri, parti içi çekişme yada söylem çeşitliliğinden örneklemeyeceğim. Bunlar için örneklerimi, Kılıçdaroğlu’nun iki değerlendirmesi ve AKP’den ihraç edilecek kurucularından Yakış’tan örnekleyeceğim.


Kılıçdaroğlu,yeni yıl nedeni ile yazdığı yazısında, ülkenin bir bölgesinde cephe-sokak savaşı derinleşir, IŞİD saldırıları giderek tırmanırken, sanki Türkiye’de yaşamıyormuş, uzaydan Ankara’ya inmiş bir garip yaratık  gibi “Türkiye’nin üzerindeki kara bulutlar dağılacak” diyerek, Polyannacılık sergileyebilmektedir. Muhalefeti bile başaramayacağının bir başka örneği ise, 30 Aralık’ta Başbakan ile yaptığı görüşmede öne çıkanı “12 Eylül’ün izleri silinecek”diye sunmasıdır. Ufkun ötesini görerek bugünün sorunlarını çözümlemek uğraşı vermesi gerekenlerin, üzerinden 36 yıl geçmiş 1980’nin 12 Eylül ile hesaplaşmayı öne çıkarması ve günümüzün ve geleceğimizin sorunlarını, 36 yıl önceki darbeye havale etmek kolaycılığı ve hayali batağına gömüldüğünü göstermektedir. Oysa ki, günümüzde yaşanan siyasal ve rejim bunalımının kökeninde 1980’nden daha çok, 2010 12 Eylülü’nün var olduğunu görme körlüğüne düştüğünün kanıtlarından birisidir.23üncü dönemde sahnelenen anayasayı değiştirme oyunundan, 7 Haziran sonrası “hükümet nasıl kurulmaz”  tiyatrosundan sonra, varolan Anayasayı, yasaları, etik değerleri, ettikleri yemini bile büyük zevk ve iştahla ayaklarının altına alanlarla, “ özürlükçü demokrasi anayasasını” başaracağını umarak yola çıkmak, öncelikle CHP tabanının aklı ile alay etmenin ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Asgari demokratlık, kendinize yöneltilmesini istemediklerinizin, başkalarına yapılmasına karşı çıkmayı gerektirirken, CHP Yönetimi, demokrasinin onsuz olunmazı olan siyasal partilerden HDP’nin gayrimeşru konuma düşürülmesine sessizce onay vermektedir. Anamuhalefet Partisi görev ve sorumluluğunu üstlenen CHP Başkanı, laiklik konusunda da, AKP Hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı yapmış kurucusu  Yakış kadar bile duyarlılık gösterememekte, din kurallarının ana rahminden başlayarak, mezara kadar olan tüm alanlarını kapsar boyuta erişmesine de seyircilik etmektedir. Son söz olarak, iktidarları muhalefet yaratır. Bu nedenle, iktidarın olumsuzluklarından, yarattığı toplumsal, siyasal ve ekonomik zararlardan, onu iktidarda sürekli kılan CHP liderliğinin de büyük sorumluluğu bulunmaktadır.21.01.2016

13 Ocak 2016 Çarşamba

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

NE İKTİDARDA KALICI VE MUKTEDİR, NE DE…

Makbule Ölçen’i tanır mısınız?  Çoğunuzun “hayır” yanıtını vereceğinizi bildiğim bu soruyu, tüm evrenin, bu insanı ve öyküsünü bilmesinin, herkese yararı bulunmaktadır. Makbule Ölçen’i ve öyküsünü öğrenmek isteyenlere önereceğim yapıtı “Özürlüler Yokuşu”’dur. Zihinsel yetersiz çocuklar ve onların ana-babalarına umut ve ışık olmuş, ana-babalarını zihinsel yetersiz çocuklarından utanmadan,onları sıkı sıkı bağırlarına basmalarına neden olurken, bu çocukların yaşama tutunmalarının yönteminin, onlara beceri kazandırmakla olduğunu, öncelikle devlete kanıtlamış yiğit bir “zihinsel yetersizlerin anası/meleği”dır. O’nu, değerli yaşam arkadaşı Dr.A.Nejat Ölçen’i ve oğulları Dumrul ile zihinsel yetersizliğini, ana-babanın birlikte çabaları ile yenen Demir’i tanımanın onurunu taşıyorum.

Makbule Ölçen’den öğrendiklerimden birisi de, “kimsesizlerin kimsesi olması gereken devletin”, görevlileri eliyle “kimsesizlerin yetim-öksüzlüklerinin” nedeni olmasıdır. Makbule Ölçen bunu, ince bir ironi ile; “…Zihinsel yetersiz çocukların eğimleriyle uğraşırken, kamu sektöründe çalışan ve bizlere güçlük çıkaran yöneticilere de teşekkür etmem gerekiyor. Onlar olmasaydı, güçlük çıkarmasalardı, Demir’in gelişmesi için yetinip, bu uğraşıyı topluma mal edebilir miydim? Onlara karşı verdiğim savaşım, zihinsel özürlü çocuklarımızın eğitiminde neler yapıp, neleri yapmamam gerektiğini öğretti…” demekte.

Ölçen’in gözlemlerinden ve yazdıklarından öğrendiğim bir başka gerçek ise, kendisini sözde solda olarak tanımlayan  kadroların, toplumun sorunlarına olan yabancılıklarıdır. Ölçen’in Grup Başkan Vekili olduğu CHP’nin iktidarda paydaş olduğu dönemde, engellenen kimi girişimlerin, devlet bütçesinden sağlanan ödeneğin kullanılmasının önlenmesinin, sağ iktidar dönemlerinde kolaylıkla aşılması örneklerini okuduğumda, yapıştırılan/yakıştırılan solcu etiketinin çakma olduğunu, bu nedenle de, “hizmet eksenli” sağcı politik kadrolarının, sürekli olarak halk desteğini almasının sihirli anahtarını da öğrenmiş oldum. Solda politika yaptıklarını söyleyen kadroların, neden iktidar olamadıklarını ve zaman zaman paydaşı oldukları hükümetlerde süreklilik gösterememelerinin nedenlerini öğrenmek istiyorlarsa, Makbule Ölçen’in bu yapıtını okumalarını öğütlerim.


Ölçen’in “Özürlüler Yokuşu” adlı yapıtında, zamanın Milli Eğitim Bakanı(MEB) Vehbi Dinçerler’den aktardığı bir anısı benzerini, 1983’de bizzat ben de yaşamıştım. Zamanın Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretim elemanı olarak görev yapan eşim, 12 Eylül 1980 sonrasında, çoğu meslektaşları gibi, başka kurum ve illere sürülenler arasında idi. Evlenmezden önce, zamanın Milli Eğitim Bakanı Müsteşarı Mustafa Turan Paşa’yı ziyaret ederek, Konya-Kulu Lisesi’ne sürgün olarak atanan eş adayımın Ankara’ya yeniden görevlendirilmesi isteminde bulunmuştum. Paşa Müsteşarın, 12 Eylül’ün nedenini “ülkenin, komünistlerin  ve de irticacıların eline düşmesinden kurtarma” biçiminde açıklamasından sonra, Bakanlıktan “umutsuz vaka” olarak ayrılmıştım. 1983 seçimi ile, Birinci ANAP Hükümeti kurulması üzerine, Dinçerler’e görüşerek eşimin durumunu anlattım ve eş durumundan ötürü, Ankara’ya atanması ricasında bulunmuştum. Dinçerler, Personel Genel Müdürünü çağırarak, eşim hakkında bilgi aldığında, Genel Müdür, “tasarrufun Sıkıyönetim Komutanlığına ait olduğunu” belirterek,yapabileceklerinin bulunmadığını belirtmesi  üzerine, Bakan Dinçerler’den, o zamanlar hemen Bakan Odasının karşısında bulunan Sıkıyönetim Koordinasyon Görevlisine başvurma izni almıştım. Sıkıyönetim İrtibat Bürosu’ndaki rütbeli görevliye durumu aktararak, “eşimin artık Ankara-Kulu arasında gidip gelmekten yıldığını ve bu nedenle istifa edeceğini, ancak bu denli bir yaptırıma konu kılınacak suçunu öğrenmek istediğimi” belirtmem üzerine, klasörden baktığı listeleri incelemesi sonrasında “uygulamanın kendilerine ait değil, Bakanlık tasarrufu” olduğunu belirtti. Bunun üzerine aldığım bu bilgiyi aktardığım Bakan Dinçerler, yeniden ilgili bürokratı çağırarak, kendisine aktarılan yanlış bilgi nedeni ile azarlayarak, eşimin tez elden Ankara’ya atanması buyruğunu vermişti. Ölçen’in yapıtında rast geldiğim Dinçerler yerine, çakma sözde solda görev yapanlardan biri olsa idi, bu çözüme varmamız mümkün olmayacaktı düşüncesini taşımaktayım. İktidar umudu/düşü olan tüm siyasilerin bu yapıtı okumaları gerekmekte.14.01.2015

Filiz Kutlad'dar

Yılın son günlerinde geriye dönüp geçirdiğimiz yılı şöyle bir düşünüyorum. Ölüm ve terör iyice yaşamımıza yerleşti, ne acı... Bütün dünyayı terörle cehenneme çevirmeye devam ediyorlar. 21 yıl önce 30 Aralık’ta The Marmara otelinin kafesinde, akşam saatlerinde bir bomba patlamıştı. Kafe ağzına kadar doluydu. Patlayan bombayla gencecik güzel bir genç kız, Yasemin Cebenoyan yaşamını o anda yitirdi. Genellikle her gün o saatlerde kafeye uğrayıp arkadaşlarıyla buluşan Onat Kutlar ise ağır yaralandı. 11 gün sonra o da yaşamını yitirdi. Bunları yazarken bir tuhaf oluyorum, sanki kendi yaşamımızı değil de başkalarının yaşamını anlatıyorum. Yüreğimin içinde hep o yumruk gibi acı duruyor. Bugün hissettiklerim sadece acı değil, o acıyla yoğrulmuş olan yılların ve bu günün bendeki yankısı.
O sabah yaşamımın en mutlu günlerimden biriydi. Beş yıl önce 30 Aralık’ta evlenmiştik. İki yıl kadar önce de beraberliğimiz başlamıştı. Birbirimizden çok hoşlanmakla birlikte birçok birliktelikte, olduğu gibi oldukça zorlu sınavlar verdi ilişkimiz. Belki o yaşadığımız zor zamanlar birbirimize daha çok bağlanmamızı sağladı.
Evlenme gününü onun seçmesini istemiştim, o da gülümseyerek “otuz aralık olsun, yeni yıla öyle girelim” demişti.

Terör cehennemi
O korkunç günün sabahında kahvemizi yudumlarken birbirimize ne kadar mutlu olduğumuzu söyledik. Bana her zaman çok sevildiğimi, kıskanıldığımı hissettirdi. Bir kadın için bu öyle güzel bir duygu ki...
O sabah bana, “Filiz, öyle mutluyum ki, hayatımın en mutlu yıllarını yaşıyorum seninle. Sanki içimden berrak bir nehir akıyor” dedi. (İtalya’da bulunduğum sıralarda daha iyi duyulsun diye, arkadaşlarım bana Filizeee diye seslenirdi. “Filize” çok hoşuna gitti, bana hep böyle seslenirdi.)
İnsan hayatta bir kez sevmiyor elbette. Ama bu defa ikimiz de mutluluğu yakalamıştık. Bu kadar mutlu uyandığımız günün akşamında terör yaşamımızı cehenneme çevirdi.
Bu acıyı yaşamış bütün aileler terörün bitmesini, faili meçhullerin son bulmasını umut ediyoruz. Belki o zaman acılarımız biraz olsun diner.
Bu sabah Onat’ın, yakında yeniden yayımlanacak olan ‘Gündemdeki Konu’ kitabını elime aldım. Hiç aklımdan çıkmayan, o korkunç yıl sonundan sadece birkaç ay önce Cumhuriyet gazetesindeki pazar yazılarında yazdığı “Herkesin kaybettiği tek oyun” yazısını yeniden okudum. Bugün bile hâlâ güncelliğini koruyan o yazıyı nasıl yazmış, bu nasıl bir öngörüdür?
Fransız devriminden önemli bir kişilik, şair Andre Chenier’in trajik hikâyesiyle başlıyor yazı. Latince bir sözcük olup büyük korku, dehşet anlamına gelen “terör”ün Fransız Devrimi’nin belli bir döneminde özel yerini kazandığını belirterek devam ediyor:

‘Şiddette kazanan yok’
“Ey ölüm! Bekleyebilirsin! Hadi git, uzaklaş!
Git, avut başka yürekleri; utancın korkunun
Solgun umutsuzluğunun kemirdiği
Benim için yemyeşil henüz Pan’ın çayırları,
Dipdiri henüz aşk öpücükleri, şarkıların perisi!
Ölmek istemiyorum henüz, işte o kadar!...”
Saint-Lazare Hapishanesi’nde, bir zamanlar birlikte olduğu arkadaşlarının elinden ölümü beklerken, bir başka tutsak kadın, Fleury Düşesi Aimee de Coingny için yazdığı bu satırlar, gerçekte Andre Chenier’nin kendisi için de duydukları idi. Ama 25 Temmuz 1794 günü kafası, giyotinin soğuk bıçağı ile kesilerek, kanlı bir top gibi tarihin sepetine düştü.
Onu giyotine gönderen Robespierre ve arkadaşları ise, sadece iki gün sonra, aynı kanlı yazgı ile noktaladılar yaşamlarını.
Terör’ün anlamı ve kapsamı, onu kullanana göre değişmez. Giyotinin bıçağı, kutsal kralı, vatansever ve bozulmaz Robespierre’i, hayalci Chenier’yi, serseri Sans-Culotte’lardan birini, ya da hain İsviçreliyi aynı umursamazlıkla keser.
Tıpkı Güneydoğu Anadolu’da şiddetin gencecik askerleri, küçük çocukları ve Kürt gençlerini aynı umursamazlıkla yok ettiği gibi.
Hiçbir şiddette kazanan yoktur.
Herkesin birden kaybettiği tek oyundur terör. Korkunç bir oyundur.
Andre Chenier’nin öldürülmesi ile ilgili söylenceler vardır. Bunlardan birine göre ünlü şair kafasını demirin aralığına koymadan önce bağırmış. “Bu kafada bir şeyler vardı!...”
Evet. Her öldürülenle bir evren yok edilir.
Hiçbir kutsal amaç, hiçbir ideoloji, hiçbir hak, hiçbir öfke, hiçbir yetki doğrulamaz öldürmeyi.
Kralın ve soyluların gaddar köpekleri kadar, halkın temsilcileri, dağlılar da düşünmelidir bunu.
Günlerdir çıkıp İstanbul’un sessiz ve eski sokaklarını dolaşmak istiyorum.
Hava ağır ağır serinliyor. Eylül geliyor. İyi güz günleri. Barış... Ama çıkamıyorum. Nereye yürüsem ayağıma kan bulaşıyor. Terör içindeyim.
Yazının sonlarından küçük bir bölüm aldım. Yazının tamamı öylesine etkileyici ki... Yazılan her cümle bugünü anlatıyor... “Andre Chenier’in bir başkası için yazdığı şiirin kendisi için duyduklarıydı” diyor.
Ya bu yazı ne? Onat da kendi başına gelecekleri sanki önceden bilmiş, öyle yazmış... Her okuduğumda dehşete düşüyorum.

O ön söz...
“Her öldürülenle bir evren yok edilir” demiş. Evet, Onat gibi belkemiği sağlam, gerçek bir entelektüel olmak çok zor. Bir ülkede onun gibi kaç değerli insan yetişir? Terörü anlatırken herkese aynı mesafede duruyor, herkesi kucaklıyor. İbret verici bir tavır.
Bütün Türkiye’yi kucaklayan bir parti olacağız diyen partinin kadın milletvekili gibi tek taraflı, kendine yontar biçimde yazmıyor.
“PKK’lileri öldürmeye devam ederlerse kendimi öldüreceğim.” Bu sözü aydın bir insan nasıl söyleyebilir? PKK’nin öldürdükleri için de bir şeyler demesini beklerdim ama boşuna.
Çok değerli yazarımız İlhan Selçuk “Gündemdeki Konu” kitabının önsözünde ne güzel yazmış Onat için. Onu nasıl güzel anlatmış. Bütünü olağanüstü güzel o önsözden bazı bölümler şöyle;
- Çağımızın aydınıdır o... Hem ülkemizin gerçeklerine ayaklarını dayamış, hem evrenselliğin ölçüleriyle yerel gerçekleri teraziye vurabilen bir bilince ulaşmıştır.
Onat Kutlar omurgalı bir yazardı, belkemiğinden yoksun sürüngenlerden değildi.
İnsan eliyle enlem ve boylamları çizilmiş dünyamızda doğrultusu hiç şaşmadı. Kolay gibi görünen bu erdemi koruyabilmek, sanıldığından çok güçtür. Yaşadığımız yıllarda pusulasını şaşırmış aydınlar öylesine çok ki elini sallasan ellisi, saçını sallasan tellisi...
Onat, çağdaş Türkiye’nin “önsözüdür; çünkü sanatın, yazının, uygarlığın “son sözü yoktur; üstelik biliyorum ki bu kısacık “önsöz,” Onat için hiç mi hiç yeterli değildir.
Yaşasaydı, daha neler yazabileceğini düşündükçe yitirdiğimizin ne olduğunu çok daha çarpıcı biçimde duyumsuyorum.

Büyük bir mutluluktu
Ben de hep bunu düşünüyorum. Ben çok büyük bir şey yitirdim, büyük bir mutluluğu... Ama ülke olarak biz çok büyük bir şey yitirdik. Gerçekten omurgası sağlam bir yazarı, gerçek bir aydını... Aramızda olsaydı, bugün birçok yazarın dediği gibi “aldatıldık” sözünü ondan duyamazdınız. İşine geldiği gibi yön değiştiren kişilerden değildi o.
Onat’ı, hâlâ güncelliğini koruyan bu yazısından bölümlerle ve İlhan Selçuk gibi değerli bir aydının onun için yazdığı yazıdan alıntılar yaparak anmak ve herkesle paylaşmak istedim.
Filiz Kutlar (30 Aralık 2015)

9 Ocak 2016 Cumartesi

FED BEKLENENİ YAPARKEN,MB SEYİRCİLİĞE MAHKUM



Yeni yıl, iyi başlamadı. Vahabi/Selefi tekfirci S.Arabistan’ın 47 kişi ile birlikte. Şii Alimi-Aktivist Nemr’i idam ettirmesi, örtük olarak/vekalet savaşı biçiminde savaşan İran ile S.Arabistan’ı savaş haline getirdi. Türkiye ise safını, Erdoğan’ın itelemesi ile,S.Arabistan’ın yanı olarak açıkladı. Durum giderek içinden çıkılmaz hale gelmekte.

Özellikle 2015 in ikinci yarıyılı öncesinden başlayarak küresel piyasaların gündemi kaplayan ABD Merkez Bankası(FED) nın faiz artırımı, Aralık ayının ikinci yarısı başında gerçekleştirildi. FED Açık Piyasa Komitesi, oy birliği ile, 30 Haziran 2006’dan bu yana 0-0.25 aralığında tuttuğu gösterge faizi olan federal fonlama faizini 25 baz puan artırdı. Böylece faizin 0.50 çıkmış olması, piyasalarda geçici bahar yaratarak, ABD borsalarının yükselmesine neden oldu. Beklentinin satın alındığı piyasalarda, örneğin Türkiye’de önce düşen dolar, arkasından yeniden yükseldi.Yükselme, yeni yılın ilk Pazartesi’nden başlayarak sürüyor.

FED Başkanı Yellen, ilk faiz artırımının abartılmaması gerektiğine dikkat çekerek, para politikasında genişleyici tutumun sürdürüleceğini, ancak zaman içinde aşamalı artış göstereceğini belirterek, faizlerin 2016 için 1,5, 2017 için 2,5 ve 2018 sonunda 3.25 olabileceğinin altını çizerek, normale yönelmenin takvimini ve sınırlarını da ortaya koymuş oldu. Yellen, para politikasındaki kararların enflasyon, büyüme oranı ve işsizlik verilerine bağlı olduğunu  para politikasındaki kararların enflasyon, büyüme oranı ve işsizlik verilerine bağlı olduğunu, küresel ekonomiden kaynaklı risklerin sürmekte olmasına karşın, ABD ekonominin güç kazandığını belirtti.

Türkiye gibi, ekonominin döndürülmesini, dış kaynaklardan sağlayan, yani yabancı tasarrufları, kendi tüketimini karşılamak amaçlı olarak kullanan ülkeler, küresel ekonominin başat ülkesi para ve sermaye piyasalarındaki değişimlere duyarlılık göstermesi kaçınılmazdır. Çünkü, para ve sermaye akımlarının faiz değişmelerinin bu küresel fon kullanan ülkeler açısından iki sonuç doğurur. Öncelikle, faiz artışı, bu ülkelerin para ve sermaye piyasalarından sağladıkları fonların maliyetleri yükseltir. İkinci olarak da, güçlü ve başat ekonomilerin faiz artışına gitmeleri, fona gereksinim içinde olan ülkelerin fona erişim olanaklarını güçleştirir.

Bu türden etkilenmelerin önüne kesebilmenin yollarından birisi, borçlanma gereksiniminin azaltılmasıdır. Bu en sağlıklı yolduk. İkincisi, fon akımının sürebilmesi için, faiz oranının, başat ekonomideki yönelime göre arttırılması ve ülke risklerinin azaltılmasıdır. Olayı ülkemiz açısından çözümlemeye kalktığımızda, petrol fiyatlarının olaganüstü, düşmesi ve 30 – 40 $/varil çevresinde dolaşması, dış açıklarımız açısından olumluluk taşımaktadır. Ancak, MBnın bağımsızlığını yitirmesi, bırakınız sorumlu Hükümetin, sorumsuz Cumhurbaşkanının ve anlı-şanlı danışmanlarının doğrudan MB politikalarını belirler olmaları, TCMB’nın, politika üretimini ve strateji geliştirmesini önlemiştir. Buna ek olarak, ikbal ve istikballerini  Türkiye’nin iç savaşa sürüklenmesinde görenlerin ateşle ve kanla oynamaları, yabancı fonlar açısından Türkiye’yi yatırım yapılabilir ülke konumunun dışına düşürmüş bulunmaktadır. Bu nedenden olacak, Türkiye’de en çok kazandıran yatırım araçları Dolar ve Euro olmuş, borsadaki kayıplar ise, önemli boyuta ulaşmıştır.Enflasyonun 8.81 olarak açıklanması, yeni yılın zamlarının uygulamaya konulması, önlem alması gereken MB’nın elinin-kolunun bağlanması ve her şeye üç şapkalı Erdoğan’ın karar vermesi, Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir sarmala ve sona sürüklemektedir. Muhalefet partilerinden HDP can derdine düşürülmüş, MHP içten çökertilmek istenmekte, CHP yönetimi ise, Kurultayda yerlerini koruma çabasında.

Daha önce de yazmıştım. Türkiye’nin başlıca sorunu, sorumsuzların tüm yetkiyi kendinde toplamalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 döneminde, AKP’nin tek başına iktidar olması amaçlı karmaşaya ve çatışmaya itelenmişken, 1 Kasım’dan sonra,bu kez Başkancı bir rejime dönüşmek için, her araç kullanılmakta, hemen hergün öldürümler, gündemimizi oluşturmaktadır. Hükümet, muktedir değil. Muhalefet ise, aciz. 07.01.16