30 Mart 2016 Çarşamba

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

ÜNİVERSİTENİN SEFALETİ, YÖK’NUN KORSANLIĞI

Faşist yönetimlerinin kırmızı çizgilerinden başta geleni bilim insanları ile bilim kurumlarıdır. Bilim insanlarını teslim almak ve bunu beceremeyince de tasfiye etmek, bilim kurumlarını da bilim üretir konumundan çıkartarak, kendi kör ve acımasız yargılarını geçerli kıldırıcı merkeze  dönüştürmek, başlıca yöntemlerindendir. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbelerin ilk kapısını çaldıkları ve çatısını çökerttikleri kurum üniversiteler ve mesleklerinden kopartılanları ise üniversite öğretim üyeleri olmuşlardır. 

Türkiye siyasal yaşamında ikinci bir “12 Eylül”, 2010’da gerçekleştirilmiştir. Yapılan Anayasa değişikliği ile, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin tüm kalelerine AKP bayrağı çekilerek teslim alınmıştır. Bu teslimiyetin pekiştirilmesi ve güçlendirilmesi, 10 Ağustos 2013’de Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gerçekleştirilmiştir. Teslim alınan kurumlardan birisi de YÖK ve üniversite olmuştur. Böyle bir eylemin altında yatan temel amaç ise, tüm eğitim-öğretim düzeneğimizin ve bu arada yükseköğretimin  “kinci ve dinci  kuşaklar” yetiştirici fidelikler olarak tasarlanması ve bunun uygulamaya sokulmasıdır.Bunun örneklerini sizinle paylaşmak isterim.

Üniversite kadrolarının  ne denli sefillik içinde olduğuna ilişkin tek bir örnek vereceğim. Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Bülent Arı’dan söz edeceğimi kestirmişsinizdir. Bu Bülent’in adının belleğinize kazınmasını istemekteyim. Öneminden değil, bilimsel erkinden, bilgisinin derinliğinden değil, zararının önlenmesi gerektiğindendir.

Bu Bülent, katıldığı bir tv yayınında, “okuma oranı arttıkça kendisini afakanların bastığını,ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini, ülkeyi ayakta tutacak olanların okumamış cahil halk olduğunu, Türkiye'nin en tehlikeli kesiminin okumuş kesim olduğu”  benzeri inciler serpip,zırvalar saçtı.  Bu saçmalıkları önce toplumla kafa bulma olarak yorumladım. Ancak, programı yeniden izlediğimde ise, cehaleti kutsayan, akıl ve bilimi yere batıran bu adamın tam bir “diplomalı cahil ve zavallı ” olduğu sonucuna vardım. Eğer bu Bülent’in söylediklerini ciddiye alırsak ve elindeki diplomalar, o’nu, Türkiye için en tehlikeli olarak nitelendirdiği okumuş kesim arasına yerleştiriyorsa, tez elden “kafese kapatılarak” yada boynuna “dikkat,bu okumuş adamdır.Sizler için çok tehlikelidir, uzak durun” levhasının asılarak, toplumdan uzaklaştırılmasını önermekteyim. Övgülediği ve kutsadığı okumamış, öğrenim görmemiş ve cahillerden olmadığından anlayış ve sezgisini yitirmiş olan bu Bülent, “el şeyi ile gerdeğe girmenin” rahatlığı içinde, “Türkiye’nin geleceği ve gelecek kuşaklar için bizim gerekiyorsa ölmemiz gerekir” hamasetine sığınırken, asıl incisini ve ne mal olduğunu “Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız" diyerek noktalamaktadır. İşte bu Bülent, günümüzde yaratılmaya çalışılan, “yeni üniversite öğretim elemanı” prototipidir ve yalnız değildir. Her geçen gün de, bu türlerin sayısı artmaktadır. Bu prototipin çoğaltılması için görevli kılınan YÖK ve üniversite rektörlükleri ise, Bülent türü sivrisineklerin üretildiği bataklık işlevini yürütmektedir.

YÖK, 1981’den bu yana geçen sürede, her siyasal iktidarın, daha doğrusu rejimin 35 yıldır “kırmızı çizgisi” olmuştur. İktidar olmazdan önceki yada iktidardan gitme sonrasındaki süreçte tüm siyasal partilerin ortadan kalkması yolunda ortak düşünce sahibi oldukları YÖK, siyasal iktidarlara göre, kendilerini YÖK ve üniversitelerin kapılarına bağlayan muktedirlerin emir ve komuta zincirine uyma becerisini(!) başardığından, günümüze kadar ömrünü uzatmıştır. YÖK, bir yanı ile cehaleti kutsayan yaratıkları üreten bataklık, öte yandan da bilime ,toplumuna, insanlığa ve yüzyılların çabası olan evrensel ilkelere,değerlere olan borcunu ödemeyi temel ilke gerçek bilim adamlarının canına okumak için şeytanın aklına gelmez kötülükleri üreten merkez olmuştur. Bunu önümüzdeki yazımda örnekleyeceğim.31.03.2016

24 Mart 2016 Perşembe

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

ORTADOĞUDAN AVRUPA’YA  ATLAYAN VEKALET SAVAŞI VE ATATÜRK
Her  haftaya  iki  kör terör saldırısını sığdırmaya başladık. 13 Mart’taki Ankara-Güven Parkta gerçekleştirilen ve TAK tarafından üstlenilen saldırıda yitirdiklerimizin sayısı 37’ye yükselirken, 19 Mart’ta, bu kez İstanbul İstiklal Caddesinde, yeni bir canlı bomba kendisini patlatarak, 4 yabancı konuğumuzun yaşamdan  kopartılmasına neden oldu. Cani bu kez İŞİD militanı olarak karşımıza çıktı. Beslenen karga, gözümüzü oymayı sürdürüyor. Ancak, kör terörün kurbanları, kargayı besleyenler olmayıp, yoksul halkımızın, belki de yaşamda tutunmalarının tek nedeni olan  kuzuları ve masum insanlar olmakta. Bu saldırılar olurken, güneydoğu bölgemizde yoğunluğunu yitirmiş olmakla birlikte kent-içi savaş ve can kayıpları sürmekte. Ve toplum, G.Dogudaki çatışmalarda can yitimini olagan karşılar duruma düşürülmüş gibi. Bundan daha da ürkütücü olan ise, yaralıların sayısı ve derinliği haber değeri bile taşımaz oldu. Sorumlular ise, büyük bir sorumsuzluk içinde, yeni öldürümler için başsağlığı ve kahrolsun çağrılarına yeni eklemeler yapmanın heyecanını yaşıyorlar. Akıllarına istifa denen bir kavramı hiç getirmiyorlar. İktidar ile muhalefetin tek buluşma yeri ise, o da sıkça olmamak üzere, “musalla taşı” olmakta. Belki de, kendilerinin bağışlanması için ellerini açıyor olmalılar.
Sorumluluk sandalyesinde oturtturulması gerekenler ise, devşirilen kalabalıklar önünde kükremiy duruyorlar. Son saldırılardan sonra Cumhurbaşkanı ve Başbakanın diline yerleşen sözcük, düşmanı belirgin kılınmayan “istiklal ve istikbal savaşı”. Bu kavramın önceki kullanımı ise, 17-25 Aralık  2013 yolsuzluk ve rüşvet  rezaletini örtbas edilmek için kullanılmıştı. Bu savaşın baş aktörlerinden ve bahşişini peşin veren Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanması ise,gündeme bomba gibi düştü.
13-19 Mart’taki saldırıların neden olduğu kan ve gözyaşı dinmezken, haftanın ikinci günü, 22 Mart’ta ,terör bu kez AB’nin kalbi olan Brüksel’i  vurdu. 34 cana, 170 i aşkın insanın yaralanmasına neden olan saldırıyı IŞİD üstlendi. İstanbul-İstiklal Caddesi’ndeki canlı bombanın ise, IŞİD militanı olduğu açıklandı.
İki kör terörün arasına giren “Çanakkale Zaferi” ise, kimi soysuzlukların sergilenmesine neden oldu. Resmi kutlamalar ve demeçlerde, Çanakkale Zaferi’nin büyük komutanı M.Kemal’in adının geçmemesi için özel bir çabanın gösterilmesinden büyük bir utanç duydum. Demek ki soysuzluğun sonu yok. Bu soysuzluğun sahiplerine, M.Kemal Atatürk’ün Çanakkale’de toprağa düşen Anzaklar’ın annelerine 1934’de seslenişini ve bu seslenişe oğlunu Gelibolu’da  toprağa bırakmış Avustralyalı bir annenin yanıtını sunmak isterim : “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana,koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra,artık bizim evlatlarımız olmuşlardır”. “Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkusuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir  baba gibi kucaklayan büyük Ata’yı tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”
Bundan 82 yıl önce yapılan bu sesleniş ve buna oğlunu Gelibolu’da yitirmiş bir annenin verdiği karşılık, günümüzde düşman üreterek, yoksul halkın çocuklarının yaşamdan kopartılmasına neden olanlara büyük bir ders içermektedir. Kanın kanla yıkanmayacağını, insan yüreğinin sevgi ile dolu olmasının, olası düşmanlıkların önünü kestiğini bundan daha iyi belgeleyecek kanıt bulunmamaktadır. Gelibolu’nun en sadık konukları, evlatlarını bu topraklarda bırakmış olanların yakınları, o topraklarda ikiyüzelli bin insanını yitirmiş bizler tarafından büyük bir hoşgörü konuk edilmektedir. Tek başına bu bile,sorunların barışa teslim edilmesi gerektiğini göstermektedir.24.03.2016





17 Mart 2016 Perşembe

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

103 + 29 + 37 = 169.BUNLAR SAYI DEĞİL,CANLARINA KIYDIKLARIMIZ!

Bu haftaki yazımı, kabul edilen 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası üzerinde durmak, TBMM tarafından “kamu gelirleri” kapsamında ülkede yerleşiklerin omuzlarına  yüklenen vergi, harç vb. ile, dağıtım konusu kılınan ödeneklerin,2016 yılı kamu ekonomisi açısından önceliklerini irdelemek istiyordum. Yanısıra kimilerinin “”ahlaksız-hukuksuz”, kimilerinin “kirli” sıfatlamasına konu kıldığı, Başbakan Davutoğlu’nun ise, “Kayserili Pazarlığı” yapmakla övündüğü “göçmen canı üzerinden”  sahnelenen ayıbı, utancı ve insanlıktan uzak antlaşmayı değerlendirecektim. Bana bu, ardılı olduklarını söyledikleri Özal’ın, Baba Bush ile birlikte Irak’a girme konusundaki “bir koyup,üç almayı” umduğu “at pazarlığını” çağrıştırdı.  Ancak, 13 Mart Pazar günü Ankara’nın göbeğinde patlatılan bombanın neden olduğu insan kıyımı, şimdilik 37 yurttaşı yaşamdan kopartırken, yüzü aşkın insanımızın da yaralanmasına neden olması, bilgisayar tuşlarındaki dolaşımımı değiştirtti. 

17 Şubat’ta, Devlet Merkezi denilen bölgede canlı bomba eliyle sergilenen vahşet ve Vandallığın üzerinden bir ay bile geçmeksizin,bu kez Ankara’nın merkezinde 37 canın yaşamdan kopartılmasını yaşadık. 10 Ekim 2015’de Ankara Garı önünde patlatılan ve 103  “barış ve demokrasi gönüllümüzü” aramızdan kopartan  canlı bombayı, 17 Şubat 2016’da “Devletin Merkezinde” 29 canımıza mal olan ve şimdi de, şimdilik 37 olarak duyurulan can kırımına neden olan Ankara’nın merkezinde gerçekleştirileni izledi. Güneydoğu kentlerinde,ilçelerinde,mahallelerindeki sürdürülen kirli ve toplumu daha derin kopmalara sürükleyen savaşın kayıplarını, travmalarını,şimdilik   bir yana bırakıyorum.Yani Ekim ayından 13 Mart’a kadar, yalnızca Ankara’da gerçekleştirilen ve önlenemeyen ve belki de önlenmek de istenmediği korkunç kuşkusunu yaratan üç saldırıda yaşamdan kopmalarını seyrettiğimiz, kimilerimizin alçakça sevinçlerine neden olan ve kefen sayısı arttıkça,toplumsal korku azdıkça bundan çıkar ve güç umanların avuçlarını ovuşturmalarına neden olan 169 insanımız, kendileri ile birlikte bizlerin de, yaşama sevincimizi,umutlarımızı ve birbirimize olan güvenimizi de birliklerinde toprağa taşıdılar.

Biz, Sonsöz Gazetesi çalışanları üç kurban verdik. Gazetemiz çalışanlarından sevgili Sevim Çınar, üç yakınını bu “insan kırımında yitirdi. 14 Mart günlü gazete manşetlerini taradığımda,en anlamlı ve işe yarayan başlığın, köşesinde yazmaktan kıvanç duyduğum  Sonsöz Gazetesi olduğunu gördüm. Genel Yayın Yönetmenimizin seçtiği başlık “Kim Hesap Verecek, Kim Hesap Soracak” tı.  Orhan Uğuroğlu, başlıkta yer verdiği çığlık ile,belki de bu insan kırımlarının sürüp gitmesinin nedeni, yani hesap verme sorumluluğundan yoksun iktidar ile, bu hesabı sorabilecek idrakten yoksun muhalefet gerçeğini gözlerimizin önüne seriyordu. Düştüğü yuvaları yakan,onların umutlarını da,yaşama sevinçlerini de mezara gömen bu saldırıların sürüp gitmesinin nedenini, bu başlıktan sonra aramaya gerek yok. Hesap verecek iktidarı ve hesap soracak muhalefeti yaratacak öfke ve direnci elbirliği gerçekleştiremezsek, giderek kan gölünde boğulmamız kaçınılmaz olacaktır.

13 Mart Saldırısı,üç şapkalı Cumhurbaşkanı tarafından “tüm millete,79 milyona yapılan saldırı”olarak tanımlandı. 17 Şubat saldırısı ise, olay yerinin Devlet Mahallesi olarak adlandırılması nedeni ile “Devlete saldırı” olarak nitelenmişti.10 Ekim saldırısına ad konulmamış, hatta siyasal iktidar yandaşları tarafından “oh olsun!” diye karşılanmıştı. Saldırı sonrası bir masa çevresine dizilen üç bakandan birisinin sırıtması tartışma konumuzu oluşturmuştu. Saldırıların yapıldığı yere,yaşamdan kopartılanların siyasal kimliklerine bağlı olarak yapılan farklı adlandırmalar, iktidar ve muhalefet yokluğunu ve sorumsuzluğunu daha da korkunçlaştırmaktadır.


Dikkatinizi çekmiştir.Ben yaşamdan kopartılan canlar için,onların yakınlarına başsağlığı dilemedim. Yine ben teröre de,teröriste de “kahrolsun” falan da demiyor,lanet  de okumuyorum. Bunların ne kadar anlamsız ve içinin boş olduğunun ve biz sorumluların sürekli döker gibi yaptıkları “timsahın gözyaşları” olduğunun ayırdında olduğum gibi, günah çıkartmanın un ucuz olmasındandır. Ben, yaşamdan kopartılan insanlarımızdan,onların yakınlarından bizleri bağışlamalarını ve artık taşımakta zorlandığımız haklarını helal etmemelerini ve bizlerin yakalarından ellerini çekmemelerini istiyorum. Tabutlar başında alınan, canını aldıklarımızdan bir de  “helallik” istenmesi soytarılığından da vazgeçilerek, onların çaldığımız yaşamları için af dilenmesini öneriyorum.17.03.2016

15 Mart 2016 Salı

13 Mart Ankara-Güven Park Saldırısı; 39 ölü var.Çoğu sıradan yurttaş.Artık lanet okumanın da, başsağlığı dilemenin de bir anlamı yok. Görevimizi yapıyormuşçasına bir duygu için, sıramızı savmak için bunları yineleyip duruyoruz. Fevzioğlu gibi "Korkmuyoruz, bir gider bin geliriz" diye saçmalamakta istemiyorum. Sözünün eri ise, bin gelenleri getirmek için, gidenlerden birisi de kendisi olsun diyorum. Ateş.,düştüğü yuvaları yakıyor, ana-baba,eş ve kardeşlerin geleceğe ilişkin umutlarını da karartıyor Bir İngiliz ise, kendi yurttaşlarına "Biz Ankara'yız" diyebilecek misiniz diye soruyor. Bu da haksız bir istek. Çünkü, eğer bizler, yani 78 milyon insan, siyasal partileri ile, sendikaları ile, odaları ile, demokratik olan -olmayan kitle örgütleri ile, gönüllü-gönülsüz kuruluşları ile bu vandallıklar karşısında ayağa kalkmıyor isek, milyonlar olarak alanları dolduramıyor isek, söylediğimiz her söz, yaptığımız her dilek palavradan öte bir anlam taşımaz ve günahlarımızı çıkartmaya da yetmez. Ölümlerden siyasal ve ekonomik rant devşirmek isteyenlerin cirit attığı bir ortamda da "elin oğlundan" kendimiz için yas tutmasını bekleyemeyiz. 5 Haziran,20 Temmuz,10 Ekim,17 Şubat ve şimdi 13 Mart için bile bir araya gelemeyen toplumu bu duruma düşürenlere, manyaklaştıranlara, ve kefen üzerinden geçinenlere karşı eylemli bir direniş sergileyip, öncelikle de bu cinayetleri göz göre göre önlemeyenlerin, ABD B.Elçiliğinin istihbaratını değerlendiremeyenlerin işgal ettikleri koltuklarını bıraktırıcı bir kitlesel ve yığınsal davranış içine girmemiz gerekmektedir. Yoksa, bu şimdiler başkalarının yuvalarını yakan ateşin, bizlerin evini de sarmaması için bir neden yok. Yaşamdan kopartılanlardan ve onların ana-baba,eş-dostlarından bizleri bağışlamalarını diliyorum.Bu ayıplardan her birimizin derece derece sorumluluğu bulunmaktadır.
Suçlu ayağa kalk(Bu Alıntı Oğuz Oyan'dan yapılmıştır)
Bildik korolar yeniden sahnede: "Terörü şiddetle lanetliyoruz". İktidar sorumluluğunu paylaşmayanların bile bu kadarıyla yetinmesi artık hoş görülemez. Peki ya iktidardakilerin?
Tayyip Bey şunları da eklemiş: "Vatandaşlarımız endişe etmesin, meşru müdafaa hakkı kullanılacak, terör dize getirilecek"!  Endişe etmemesi gerekenler hangi vatandaşlar? Son beş ayda sadece Ankara'da yitirdiğimiz 168 can mı? Uzuvlarını, akıl sağlıklarını, geleceklerini yitiren yüzlercesi mi? Yoksa onların yakınları olan binlercesi mi? Sokağa çıkmaya, kalabalık yerlere gitmeye korkar hale gelen milyonlarcası mı? Peki "meşru müdafaa" dediğin gidip bir yerleri bombalamaksa, bu zaten defalarca yapılmadı mı; sorun çözüldü mü? "Terörü dize getirmek" dediğinde, sanki tek amacı "terör" olan yapılar mı var? Terör/şiddet sadece bir araç; ancak bunun nedenlerini ortadan kaldırdığında şiddete başvurma biter.  Zaten "dize getirebilsen", "meşru müdafaa" sorunun olmazdı. (Kaldı ki, "meşru müdafaa" bir siyasi eşite, örneğin bir başka devlete karşı olabilir; "terör örgütü" dediğini eşitin mi sayıyorsun?).
Peki ama can güvenliğini ülkenin birinci sorunu haline getiren AKP iktidarlarının sorumlulukları hiç halkın baş gündemi yapılamayacak mı?
Ortalığa saçılan medya yorumcularının niteliğine bakılırsa iktidarın korunma zırhı hala kalın. Kimisinin aklı daha fazlasına ermediğinden, kimisi etliye sütlüye karışmadan "güvenlik uzmanı" mesleğinden ekmek yediğinden, kimisinin siyaseten işine öyle geldiğinden, kimisi üzerine gelebilecek dolaysız/dolaylı sorumluluklardan kurtulmak istediğinden vs., yüzeydeki konularla toplumu oyalamaya heveslenen pek çok. Gerçek nedensellik bağlantılarının sorgulanması bir yana, bunların zihinlerde bir ışık çakmasını engellemek için her türlü perdeleme çabası mubah.  İktidarın medyası bunun için var. Dize getirilmiş merkez medya bugünler için oluşturuldu.
İşte bu nedenle, "terörü başımıza musallat edenleri lanetliyoruz" sözünü, "iktidar sorumlularını topluca istifaya davet ediyoruz" çağrısını bu çevrelerden duyamazsınız.
Ama bu çağrının dalga dalga topluma maledilmesi artık bugünün en öncelikli görevi. Şimdi özellikle anamuhalefetin kararlı olma zamanı. Artık içi boş bir "zor zamanlarda birlik olma" gösterisinin, "durumu istismar ediyor gözükmeme" ürkekliğinin, "Hükümete her türlü desteği vermeye hazırız, yeter ki terör bitsin" naifliğinin zamanı değil. Ülkeyi, cihatçı ve etnik milliyetçi hareketlerin ve bunları da kullanabilen güçlerin hedef tahtası durumuna getiren bir iktidara destek vererek neyi bitirebilirsiniz? Kendisi de mezhepçi-şeriatçı akıldan beslenen, Ortadoğu politikalarını bunun üzerine inşa eden, kendi ülkesindeki Cumhuriyetçi rejime savaş açan ve amaçlarına ulaşmak için yargı kumpasları da dahil her türlü yolu pervasızca ve acımasızca kullanabilen bir iktidar türü, bizatihi sorunun kaynağı değil midir?
CHP, ülkeyi yönetemediğini zaten söylediği, hatta bazen alçak perdeden "gereğini yapmaya" davet ettiği bu iktidarın artık çekilmesi gerektiğini güçlü bir sesle, aktif bir örgütlenmeyle toplumun meselesi haline getirmek zorundadır. AKP'yi siyaseten bitirmek için daha fazla zaman yitirmemek zorundadır.
Çünkü, sorunların çözümünün artık AKP'siz bir iktidar oluşturmaktan başka çaresi kalmamıştır. AKP kendini bitirirken ülkeyi de bitirmektedir. Topluma sürekli yalan söyleyen, bir dediğini ertesi gün inkar eden, komşuları başta olmak üzere yedi düvelle kavgalı olan, ülkenin siyasi itibarını yerle bir eden, ekonomik çıkarlarına onulmaz zararlar veren, basiretsiz Ortadoğu politikalarıyla Suriye'de rejim yıkıcılığı yapan (Irak'taki yıkıcılığa katılamadığı için hayıflanan), bunun sonucunda ülkenin mülteci dalgalarının ve cihatçı örgütlerin şiddet uygulamalarının sahnesi olmasına yol açan, Kürt siyasi hareketine tutamayacağı sözler verir ve fiili bölgesel güç olmasına göz yumarken birdenbire iç seçim kaygılarıyla faz değiştirerek yaptığı hatanın bedelini tüm topluma ödetmeye başlayan, Anayasanın 6. maddesini çiğneyerek egemenliği "paralel" güçlerle paylaşmış olan bu iktidar sürekli olarak Yüce Divanlık suçlar işlemektedir. Bu nedenle de içerde otoriter bir rejim inşasını hızlandırmaktadır. Sebep olduğu şiddet sarmalını bu inşa sürecinin bir gerekçesi olarak da kullanmaktadır.
Çünkü otokrasiye yönelmeye kendilerini mecbur hissedenler bilirler ki, "Cumhurbaşkanı vatana ihanetten başka bir suçla suçlanamaz" ifadesinin aslında Anayasanın 105. maddesinde yeri yoktur. Hiçbir Cumhurbaşkanı, cinayet, hırsızlık, rüşvet gibi suçları işleme özgürlüğüne sahip değildir. Kaldı ki, vatana ihanet suçlamalarına esas teşkil edebilecek fiiller de birikmektedir.