30 Ağustos 2016 Salı

 HALFON VE DOSTLUĞUMUZ/KARDEŞLİĞİMİZ

HALFON, YAŞAMIMDA İZİ OLAN VE  SÜREGİDEN OKUL ARKADAŞLARIMDAN BİRİSİ. GAZİANTEP’TE BAŞLADIĞIM EĞİTİM-ÖĞRETİM SÜRECİMİN, ORTAÖĞRENİM AYAĞINDA,ORTAOKUL 1.SINIFINDA BİR ARAYA GELDİK VE TÜM ORTAÖRENİM SÜRECİNİ BİRLİKTE YAŞADIK VE BAŞARDIK. HALFON’UN OKUL NUMARASI 338, BENİM İSE 341 İDİ. AYNI SIRAYI PAYLAŞIR, DERSLERDE VE SINAVLARDA TATLI BİR YARIŞMA İÇİNDE OLURDUK. BENİM CİDDİYE ÇALAN BİR YÜZÜM, HALFON’UN İSE HER ZAMAN GÜLEN BİR GÖRÜNTÜSÜ VARDI.

DOSTLUĞUMUZ/KARDEŞLİĞİMİZ, LİSEDEN SONRA, BENİM ANKARA’DA YERLEŞMEMDEN SONRA DA SÜRDÜ. BEN AKADEMİK MESLEĞİ SEÇMİŞ, HALFON İSE,BABA MESLEĞİ TİCARET YAŞAMINA ATILMIŞTI. VE YAŞAMINI ELİZA İLE BİRLEŞTİRMİŞTİ. ÜLKEMİZİN ALT-ÜST OLDUĞU 1970’Lİ YILLARDA YAŞANAN ANARJİ, HALFON VE AİLESİNİ ÖNCE İSTANBUL’A SAVURDU, SONRASINDA İSE, ONLARIN ÜLKEMİZDEN KOPARAK İSRAİL’E GÖÇ ETMESİ SONUCUNU DOĞURDU. BU ARADA ÇOLUK-ÇOÇUĞA KATIŞTILAR.

HALFON İLE YENİDEN BULUŞMAMIZ, 2006’DA GERÇEKLEŞTİ.İSTANBUL’DAN TELEFON ETTİ VE BİZ ONLARI YENİŞAKRAN’DA KONUK ETTİK. BU ARADA SAĞLIĞINI YİTİRMİŞ, ANÜS KANSERİNE KARŞI SAVAŞIM VERİYORDU. DAHA SONRA  BİRİ İSTANBUL’DA, ÖTEKİSİ TEL-AVİV VE KUDÜS’TE OLMAK ÜZERE BİRLİKTE OLDUK. VE 2012 YILININ 30 AĞUSTOS GÜNÜ YAŞAMA VEDA ETTİĞİNİ,BİZİ ÖKSÜZ BIRAKTIĞINI, SON NEFESİNE KADAR KENDİSİNİN SEVGİLİSİ OLMA BECERİSİNİ GÖSTERMİŞ OLAN YAŞAM YOLDAŞI ELİZA HABER VERDİ. BU HABER,BİZİ CAN EVİMİZDEN VURDU.EVİMİZDEN BİR CENAZE ÇIKMIŞ GİBİ OLDUK.

SEVGİLİ HALFON KARDEŞİM,

ARAMIZDAN AYRILIŞININ ÜZERİNDEN 4 YIL GEÇTİ. SEVGİLİ YAŞAM YOLDAŞIN ELİZA, ÇOCUKLARINIZ, TORUNLARINIZLA BİRLİKTE, SENİ YAŞATMAK, SENİN YOKLUĞUNU GİDERMEK İÇİN ÇIRPINIP DURUYOR. O,SENİN BİZE EMANET ETTİĞİN BİR KARDEŞİMİZ. ÇOCUKLARINIZ BİZLERİN DE ÇOCUKLARI. RAHAT UYU. SENİN YOKLUĞUNU, SENİ ANARAK, YAŞATARAK GİDERMEYE ÇALIŞIYORUZ.

KARDEŞİN ZERGÜN-MUSTAFA

29 Ağustos 2016 Pazartesi

30 AĞUSTOS VE BULDUK İLE ALTINTAŞ AİLELERİNİN MUTLU GÜNLERİNDEN BİRİ

BUGÜN 30 AĞUSTOS. BİZLER İÇİ, BULDUK VE ALTINTAŞ AİLELERİ İÇİN SEVİNÇLİ BİR GÜN. BULDUKLAR, İKİNCİ ÇOCUKLARI ZERGÜN UTKU’NUN DÜNYA SOFRASINA BAĞDAŞ KURMASININ MUTLULUĞUNU YAŞIYORLARDI. BULDUK AİLESİNİN HER 30 AĞUSTOS’TA KUTLADIĞI BU MUTLULUĞA,  ALTINTAŞ AİLESİ DE, 30 YIL SONRA,1 KASIM 1980’DE, BENİM İLE ZERGÜN UTKU’NUN YAŞAMLARINI BİRLİKTE SÜRDÜRMEK KONUSUNDAKİ İLK ADIMI ATTIKLARI NİŞANLARI İLE KATILMAYA BAŞLADI. HER İKİ AİLE İÇİN BÜTÜNLEŞİK BİR MUTLULUK 36 YILDIR SÜRMEKTE.

MUTLU GÜNLERİMİZİ BİRLİKTE YAŞAYARAK ÇOĞALTTIĞIMIZ, ÜZÜNTÜLÜ GÜNLERİMİZİ BİRLİKTE PAYLAŞARAK GİDERMEYE ÇALIŞTIĞIMIZ BU 36 YILLIK BİRLİKTEĞİLİMİZİN EN GÜZEL ARMAĞANI, OĞLUMUZ DOĞUŞ MURAT OLDU. OĞLUMUZ DOĞUŞ MURAT ÖNCE GELİNİMİZ MARİE CECİLE,SONRASINDA İSE İKİ PRENSES VE BİR  PRENS ARMAĞAN EDEREK ZENGİNLİĞİMİZE ZENGİNLİK KATTILAR.

YAŞAM YOLDAŞIM, SEVGİLİM ZERGÜN UTKU’NUN DOĞUM GÜNÜNÜ, ESKİMEDEN ESKİTTİĞİ YILLARA BİRİNİ DAHA EKLEDİĞİNDEN ÖTÜRÜ KUTLUYORUM VE İYİ Kİ DOĞDUN DİYORUM. VE BİRLİKTE, ÇOCUKLARIMIZLA,TORUNLARIMIZLA, YAKINLARIMIZLA YILLARI, ESKİMEDEN GERİMİZDE BIRAKACAĞIMIZ SAĞLIKLI,MUTLU YILLAR DİLİYORUM.

BU GÜNDE, BİZLERİN DÜNYAYA GELMEMİZİN BAŞ AKTÖRLERİ OLAN AYHAN-MUAMMER BULDUK İLE EMİNE-MURTAZA ALTINTAŞ’I SEVGİLERİMLE ANIYORUM VE ONLARI SELAMLIYORUM.30.08.2016


19 Ağustos 2016 Cuma

BABANA RAHMET
Prof. Dr. Ali Demirsoy

       Ali Demirsoy’un “Anılar, Öyküler ve Fıkralarla Anadolu” kitabından bir fıkra alıntısı ile başlamak istiyorum.
Babana rahmet ne iyi adammış…
       Eskiden hemen hemen her kasabada birkaç metre beze ya da dişlerindeki altın kaplamaya tamah edip ölü soyan birisi bulunurmuş. Kasabanın birinde yine böyle bir adam yaşarmış. Kasabalıların tümü akşam sabah “şu herif ölülerimizi bile rahat bırakmıyor; geberse de kurtulsak“diye bu adama beddua ederlermiş. Gel zaman git zaman adam ölmüş. Bilindiği gibi eskiden meslekler bir çeşit kalıtım gibi babadan oğula geçerdi. Bu nedenle genellikle lakaplar ve daha sonra soyadları, kasapgiller, kuyumcugiller, çobangiller, ayakkabıcıgiller gibi konmuştur.
       Böylece oğul, babanın kendilerine göre alışılmış, çevreye göre nefret edilen mesleğini devralır. Kasabanın ölülerini o taciz etmeye başlar.
       Kasabada bir ölü gömülünce ve birkaç gün içinde birileri mezardaki anormalliği fark eder etmez:
       - “Ey ahali ölümüz yine soyulmuş” diye bağırır ve halkı mezarlığa toplarmış.    Kasaba halkı çoluk çocuk, kadın erkek, sakat, sağlam, yaşlı genç, canhıraş bir şekilde mezarlığa koşarak, açılmış mezarın başında toplanır ve duruma göre küfür ve beddua ile karışık tepkilerini gösterirlermiş. Ancak yeni peydah olan mezar kazıcı işe başladıktan sonra, kasabalılar yine canhıraş şekilde mezarlığa koşuyorlarmış; ancak bu sefer, açılmış mezarı ve ölünün üzerindeki birkaç metre patiskanın çalındığını görünce hep bir ağızdan:
       - Babana rahmet ne iyi adammış da değerini bilememişiz.
       Çünkü yeni türeyen mezar soyucu, ölüleri soyduktan sonra götlerine bir de kazık çakmaya başlamış[1].
       Ben son yönetimin dış ve iç siyasetini, cumhuriyete bakışını ve dini siyasete sokuşunu hiç beğenmiyor bir kurtuluş için ışık arıyordum. Benim gibi Atatürk İlkelerini temel alan cumhuriyet çocukları bunalmıştı. Ne zaman bir araya gelsek din simsarlığı yapan geçmiş yönetimlerden ve özellikle bugünkü yönetimden yakınıyorduk. Kötüye gidişi görüyor, yazıyor, uyarıyorduk (en azından benim bu konuda onlarca yazım var); ancak elimizden bir şey de gelmiyordu. Çünkü muhataplarımız Nuh diyor Peygamber demiyordu. Diyelim ki benim gibi dünya görüşü bakımından uyuşmayan bilim adamlarını, yazarları, düşünürleri dikkate almadınız, iyi de aynı kulvarda koştuğunuz cemaatlerin önde gelen kişilerinin itiraflarına neden kulak vermediniz?
       Yanılmıyorsam bu yüzyılın ilk yıllarında Ulusal TV’de ekranda bir gün bir adam göründü, alt yazıda Fetullah Gülen’in sağ kolu ve cemaatin ikinci adamı Nurettin Veren diye yazıyordu. Adam konuşmaya başladı, iskemlenin üzerinde donmuş kalmıştım. Söyledikleri yenilir yutulur şeyler değildi. En aptal insanın bile tüylerini diken diken edecek şeylerdi. İçimden böyle bir aptal ülke, aptal istihbarat, aptal yönetim, aptal insanlar topluluğu olamaz; bu adamın “olsa olsa” birilerine belli ki garezi var; bu nedenle sayıp döküyor, sövüyor. Soluk almadan sonuna kadar dinledim; bir süre daha iskemlede donmuş durumda oturdum. Ancak ülkemizin geleceği açısından bu adamın anlattıklarının “abartılı ya da yalan bile olsa” Türkiye’nin güvenliğinden sorumlu kurumlarca kayda geçmesi ve bilinmesi gerekeceğini düşünerek uyarı ya da şikâyet babından Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılmasını milli bir görev bildim ve daktilonun başına geçerek yazmaya başladım. “Emniyet Genel Müdürlüğü/Ankara” yazmıştım ki eşim başıma dikilerek bana “ne yazıyorsun” diye sordu. Durumu anlattım, bana: Biz yeni evlendik, şu anda iki küçük çocuğumuz var; başına bir hal gelirse bunları kim yetiştirecek? Bu yazıyı benim hatırama, ne olur, yazma dedi. Öyle kaldım…
       Eşine menendine dünya tarihinde rastlanılamayacak, başlangıcı, gelişmesi, serpilmesi, ilişkileri, amaçları, yöntemleri; yönetimlerle, iş dünyası ve basınla ilişkileri açısından okullarda okutulacak bir kalkışma yaşadık; kalkışma olsa da eskilere rahmet okutacak bir çeşit darbe daha yedik. Öbür darbeler içerik bakımından bu kalkışmanın yanında cücük kalır. Son bir aydır olanları izlerken ve dinlerken dilimiz damağımız kurudu. Beğenmediğimiz yönetimimize rahmet okumaya başladık. Baba gidiyor oğul geliyordu. Babaya razı olmuş; ona rahmet okumaya başlamıştık.
       Akıllı adamlar için her beladan çıkarılacak bir ders vardır. Bu cümleyi yinelemek istiyorum “akıllı adamlar için”. Ancak ne dendiğini anlamak için yine de bir akıl gerekiyor. Akıllı adamlar için 15 Temmuz belasından (darbe girişiminden) çıkarılacak ders nedir?
       Nasıl oluyor da en zeki öğrencilerin alındığı, en sıkı Atatürkçülük ve Kemalizm eğitiminin verildiği, en iyi kalitede temel bilimlerin okutulduğu, her türlü olanağın sunulduğu, dini eğitimin sınırlı olarak verildiği ya da verilmediği askeri lise, harbiye ve harp akademilerinden mezun olup yüksek rütbelere ulaşan subaylar, korumakla yükümlü oldukları bu ülkenin askeri sırlarını, savaş planlarını, komutanlarının en gizli konuşmalarını kayda alıp ilköğretimi bile olmayan bir imama ‘abiye’ verdiklerinin akıbetini bile sormadan teslim ediyorlar? Bu, bir kişi değil iki kişi değil yüzlerce general, albay, binbaşı, yüzbaşı. Hepsine bir servet harcanmış, fiziki ve zihni gücü bakımından yetenekli, milli duygularla doldurulduğu düşünülen bu kadar pilot, neden gözünü kırpmadan bu ülkenin en temel yerlerine bomba yağdırdı? Belli ki iyi organize olsaydılar, binlerce insanın kellesi bu gün yerinde olmayacak, cumhuriyetin kurumları yerle bir edilecekti; hem de kimler tarafından “akşam sabah bu cumhuriyetin ve demokrasinin üzerine yemin eden” bu yetişmiş insanlar tarafından. Dedik ya beladan ders alma akıl işidir. Demek ki İran’dan ve Humeyni’den yeterince ders almamışız. Cemaatten medet umanların acıklı sonlarını yıllarca izledik. Nerede o kafa…
       Darbeye kalkışan bütün bu yetişmiş insanlar, doğru dürüst bir eğitimi olmayan, gücünü sadece saçma sapan dini söylemlerden alan; tükürüğünü, tırnağını, kirli çamaşırlarını, bilmem neyinin kıllarını, elbisesini, üzerine tükürdüğü ya da üflediği bir dolarları kutsal emanet olarak bu yetişmiş insanların koynunda taşıtan bir meczuptan emir almışlar.
       Bu olayın sosyolojik ve psikolojik analizini hem bu ülkenin, hem İslam coğrafyasının, hem de dini rehber yapmış ülkelerin geleceği açısından ayrıntılı bir şekilde yapmamız gerekiyor. Dogmayla bir yere gidemeyeceğimizi Mısır eşekleri bile öğrendi. Ben kendi açımdan “katılsanız da katılmasanız da” bir analiz yaptım ve bu güne kadar yazdıklarımın ve konuştuklarımın doğru olduğuna iyice emin oldum.
       Aslında geçmişimizde önemli sonuçlar çıkarabileceğimiz örnekler bulunmaktadır. Ancak doğru sandığını yanlış üzerine oturtmuş insanlar bunu beceremiyor. Ben bir örnek vereyim, darbeyle ilgili olmasın, herkesin basında okuduğu olsun ve sonuca hukuksal olarak ulaşılamamış (netleşmemiş) olsa bile herkesin duyduğu örnekler olsun: Cumhurbaşkanlarımızdan İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Ahmet Necdet Sezer; başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in “bildiğim kadarıyla” başlarının secdeye değdiğini gören ve görüntüleyen olmadı. Bu onların kişisel tercihidir; bir şey söylemeye “laik bir yönetimde” hakkımız olamaz. Ancak görev süreleri boyunca hatta daha öncesinde ya da sonrasında haklarında basında yolsuzluk, rüşvet, devlet parasını zimmetlerine geçirme, yetkiyi çıkar için kullanma ile ilgili tek bir cümle yazılmadı; yasal bir girişimde bulunulmadı. Ancak din simsarlığını siyaset aracı olarak gören bunca üst düzey yöneticisinin, kendisinin, eşinin, çoluğunun çocuğunun zimmet, rüşvet, yetkiyle çıkar edinme ithamlarının siyaseten aklanmış olsalar bile hukuken aklanmamış olmalarını ve bu kişilerin dini eğitimi kreşe kadar indirilme çabalarını “bilim adamlarımızın, din bilginlerinin, namuslu siyasetçilerin ve tabii ki halkımızın” nasıl karşıladıklarını doğrusu bilmek isterim. Dünyada da din simsarlarının soygun, rüşvet ve yolsuzlukları, siyaset tarihinin en çirkin sayfalarını oluşturmaktadır.
       Bağımsız benzer örneklerden ortak bir yargı çıkarmak “namuslu ve akıllı” insanların ortak özelliğidir. Siz bir defa inanma ile yola çıkıp; merak, kuşku ve gözlemi bir tarafa bırakmış iseniz ve olaylardan ders ve sonuç çıkaramıyorsanız, her türlü melanetle burun burunasınız demektir; kalkışma ve terör de bunların yan ürünüdür. İşte bu nedenlerle bu coğrafyanın geleceğini aydınlık göremiyorum. Dilerim yanılıyorum.

Kafa kesme ile sorunlar çözülseydi Ortadoğu ve Müslüman ülkeler cennet olurdu. Çözüm, beynin en derin yerlerine genç yaşta yerleştirilmiş dogmayı söküp atabilmedir. Bu kalkışmanın en büyük yararı, yöneticilerimizin, uyanıp, gerçeği görerek, acilen makas değiştirmeleri olacaktır. Umutlu musun diye sorarsanız: İnsanlık tarihinde dogmasını bırakıp, doğru yolu bulmuş çok az insan ve yönetim bilinmektedir. Bu yola girmiş olanlar kusurlarına ve akılsızlıklarına her zaman başka bir sorumlu bulurlar. Sorumlu oldukları ayan beyan olan durumlarda da “kandırıldık” diye işin içinden sıyrılmaya kalkışırlar. Batı dünyasında bakanların küçük bir olumsuzlukta kendilerini kusurlu sayarak istifa etmeleri oryantal mantıktan arınmalarından kaynaklanır. Siyasetin bazı kurumlara girmesinin doğuracağı sakınca anlaşıldı mı? Darbe girişimi bize ders oldu mu? Bir örnek vererek bu paragrafı bağlayalım: 12 Temmuz 2016 tarihinde rektörlük seçimleri yapıldı, Atatürk Üniversitesinde adayın biri 366 oy almış; bir diğeri de 124 oy alarak dördüncü olmuş; kim atandı dersiniz, defalarca Milli Görüşçü olduğunu açıklayan 124 oy alan kişi. Orduya, üniversiteye, yargıya siyaseti sokarsanız sonuçları sadece ama sadece sizin çarpık emellerinize yarar. Üniversite öğretim üyeleri bu aşağılanmaya ne tepki verdi diye merak etmeyiniz; onlar 1980 yılından bu yana her türlü aşağılanmaya alıştılar.
       Bu kadar iyi eğitilmiş insanlar nasıl oluyor da eğitimi bile olmayan bir meczubun “sorgusuz sualsiz” peşine takılmışlar? Deve değiller ki eşeğin peşinden gitsinler. Yanlış bir sonuca varmamak için dünyada benzerlerine bir göz atalım. 1960’lı yıllarda Amerika’da çocuklarına küçük yaşta katı din eğitimi veren bir tarikatın mensupları, bir göç nedeniyle kendi içlerinde anlaşamadılar. Hâlbuki ki bu tarikatın ergin üyelerinin hemen hepsi en iyi yerlerde eğitim görmüşlerdi; ancak çocukluk çağlarında yoğun bir din eğitimi de almışlardı. Cemaat lideri Tanrıdan buyruk aldığını ve Tanrının onların ölümünü beklediğini buyurmuş. Ne oldu? 990 kişi siyanür içerek çoluk çocuk, kadın erkek intihar etti. Tarih, özellikle çocukluk çağında dini eğitim alanların daha sonra dini liderlerinin emri ile intihar ettiklerinin, kendi canlarına kıydıklarının, diğer insanları çoluk çocuk demeden katlettiklerinin, ellerindeki mal varlıklarını, hatta karılarını ve kızlarını hiç duraksamadan liderlerine bağışladıklarına ilişkin sayısız örnek vardır. Katolik kilisesinde, Cizvitlerde, Yahudilerin belirli mezheplerinde akıl almaz örnekler vardır. Osmanlı ve İslam tarihi, mezheplerin, cemaatlerin isyanları ve katliamları ile yazılmıştır.
       Hadi askerler emir almaya alışmıştır; bu sefer komutandan değil de dini liderinden buyruk almışlardır diyelim. İyi de bunca rektör, dekan, öğretim üyesi (bu sonunculara kim ki unvanı verdi ise onların da…), bürokrat, iş adamı, milyonlarca vatandaş bu meczubun Allah’la konuştuğuna, Mehdi olduğuna, yıkandığı suyun bile şifalı olduğuna nasıl inandı?
Benim en önemli çıkarsamama gelince:
       Bir takım soytarı çıkıp “Kemalistler geçmişte baskı yaptığı için bu cemaatler bu kadar kindar, dindar ve kararlı oldular” diyor. İyi de bu başkaldırış Kemalist bir yönetime karşı yapılmadı ki; hatta Kemalistleri her fırsatta aşağılayan bir yönetime karşı yapıldı; 2002 yılından bu yana cemaatlere kırmızı halı döşeyen bir yönetim iş başındaydı. Bu yönetim İslami yaşama “demokrasi ve insan hakları velvelesi ile” adım adım kararlılıkla ve son derece kurnaz bir şekilde yanaşıyordu. Bir liderimizin dediği gibi “demokrasi bir amaç değil; araçtır; zamanı geldiğinde bu tranvaydan inilecektir” taahhüdünü niye unuttuk ki; geminin limana yanaşmasına çok az zaman kalmıştı. Yönetimin ve cemaatlerin amacı “hem de dindar ve kindar” bir nesil yetiştirerek İslami bir idare kurmak değil miydi? Fırsat ayağınıza gelmişken niye tepmeye kalkıştınız? Yüzyıllık amacınızın gerçekleşmesi için her türlü ortam oluşturulmuştu. Kimin yaptığı önemli olamazdı; sonuçta amaç şeriat devleti kurmaktı. Niye olmadı?
       Ancak dincilerin derdi hiçbir zaman dini, akılcı bir yola sokup, insanları doğru düşünüp yorumlamaya yönelik olmadı, hiçbir devirde de olmadı. Onların derdi küçük çocukları ağlarına düşürüp beyinlerini formatlayarak kendi melanetlerine yandaş yetiştirmektir. Bu ülkede kim ki dini genç yaşta eğitime sokup, ya da dini eğitimi olabildiğince genç yaşlara indirme çabası göstermişse bir çıkar hesabı vardır ve sadece bu ülkenin değil insanlığın düşmanıdır. Dünya genelinde gördüğünüzü anlamaya çalışın. Kim ki din eğitimini yaygın eğitimden çıkardı ve dogmayı gençliğinden uzak tuttu ise, bu dünyanın efendisi oldu. Bunu yapamayanlar ise terörist, darbeci, soyguncu, yalancı, tecavüzcü, hırsız ve işbirlikçi yetiştirdi.
       Genç yaşta beyinlerin dogma ile doldurulması “kabul etmeseniz de bunun adı inanmadır” körü körüne itaati, biatı getirir. Kuşku, sorgulama ve yargılama (bunlar hiçbir dinin kabul edeceği hususlar değildir), doğru düşünmeyi, doğru akıl yürütmeyi, neden sonuç ilişkisini, duygudaşlığı, yaratıcılığı ve en önemlisi öğrendiği, duyduğu, gördüğü her şeyi neden sonuç ilişkisi ile değerlendirebilmesidir.
       Din eğitimi verilen bir yerde akıl yürütme öğretilemez. Genç yaşlardaki din (doğru verilse öyle olmaz safsatasını bir tarafa bırakın; kendinizi kandırmadan vazgeçin) eğitimi, doğru düşünmeyi ve akıl yürütmeyi önler. Bu nedenle, kim ki okullara yoğun din eğitimi sokuyorsa ve bu eğitimi küçük yaşlara çekiyorsa bilin ki bu ülkeye ihanet içindedir. Yoğun din eğitimi verilip de dünyada barışı, kardeşliği bilimsel atılımı, huzuru, yalancılığı, dolandırıcılığı, soysuzluğu önlemiş bir tek örneğiniz var mı? Nasıl oluyor da dünyada din eğitiminin yoğun verildiği coğrafyalar ile, yobazlık, hırsızlık, dolandırıcılık; yalanın, kavganın, tecavüzün, her türlü melanetin yoğun olduğu haritalar üst üste çakışıyor. Kör müsünüz?
       Darbeyi savuşturduk, geleceğimiz aydınlandı diye ben kişisel olarak sevinemiyorum. Çünkü şu anda yönetimin anlayışı, cemaat tutkusu, din anlayışı ve eğitimdeki ihanet derecesinde yönlendirmeler başka cemaatlerin ve darbecilerin zeminini hazırlayacaktır. Bu toplumun çocuklarını, ölçülebilir, sayılabilir, tartılabilir, tekrarlanabilir bilgilerle formatlayın ve dünyanın her yerinde geçerli olan bilgiler yükleyin. Çocuklarımıza yazık oluyor. Dünya milletlerinin bizim bu halimize ve İslam dünyasına nasıl baktığının farkında mısınız?
       Bu kalkışmanın hazırlanması belli ki bugünün işi değil, itirafçıların söylediklerine bakılırsa, ağızlarından din, Allah, peygamber, kuran sözlerini eksik etmeyen, kürsülerde din simsarlığı yapan geçmiş tüm siyasiler ve en çok da ”istediklerini veren; toz kondurmayan” bu son yönetimdir. Kalkışma için cepheye sürülenler belli ki derslerini alacaklar. Ancak bu güne kadar sinsi bir şekilde bu aşağılık cemaate çanak tutanlar ne olacak? Devlet yönetiminde kandırıldık lafı kandırmak için söylenir. Kişi kandırılabilir; devlet kandırılamaz. Çünkü elinde istihbaratı; danışacağı insanlar ve haber almak-izlemek için her türlü araç gereç ve yasal yetkisi vardır. Cemaatin bu meczubuna “artık özledik, seni bekliyoruz; ülkene dön” diyen siyasi erkân hala sırıtarak ekran ekran geziyor. Belli ki körü körüne inanma, utanma duygusunu da siliyor…
       Ölü soyucu siyaset ülkemizde her dönemde şu ya da bu şekilde oldu. Lanetledik geçtik. Şu andaki yönetime destek olma ve rahmet okuma aklımın köşesinden bile geçmezdi; bunun bir kâbus olduğunu düşünürdüm. Ancak 15 Temmuz darbecilerini gördükten sonra bu yönetime rahmet okuyorum.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
18.08.2006

Değerli Arkadaşım
15 Haziran kalkışmasından çıkarılan önemli dersler bulunmaktadır. Ancak en önemlisinin anlaşıldığına ilişkin ciddi kuşkular bulunmaktadır. Yönetimlerin dünya görüşü, katı dogmatik yönlendirme ve eğitimdeki inadına din operasyonu, çocuklarımızın da gelecekte bu melanetleri farklı şekillerde yaşayacağını göstermektedir.




[1] Özel not: Eski politikacılara ve şu andaki yönetime çok kızıyordum; ancak 15 Temmuz kalkışmasından sonra (yaptıkları yardımlar hariç) o kadar kızmıyorum. Eğer bu darbe başarılı olsaydı, geçmişlere rahmet okutacaklardı. Ancak bu kafa ve dünya anlayışı bizde olduğu sürece yenilerini üretmeye devam edeceğiz.

15 Ağustos 2016 Pazartesi



Vahşi liberal ekonominin, 1980'den başlayarak uygulamaya konulması ve küresel ekonominin parasal ve finansal kurumların egemenliğine bırakılması sonrasında, dünyanın ve ülkemizin içinde debelendiği gelişmeleri,yaşayarak izlemekte ve etkilenmekteyiz. Bu süreci hızlandırmak ve kurumlaştırmak için dünyanın tüm bölgelerinde gerçekleştirilen darbeler,savaşlar,işgaller, kan ve gözyaşına boğmaların bizi getirdiği nokta, otoriter-totaliter faşist yönetimin, giderek meşruiyet kazanmasıdır. Putinlerin, Trumpların,hatta Erdoğanların giderek toplumsal destek bulmasını bu açıdan yorumlamak mümkün. Çözümün liberal demokrasi yerine, sosyal demokrasi,sosyalizm olduğunu ortaya koyan Yıldızoğlu'nun yazısını paylaşmak istedim.16.08.2016


ERGİN YILDIZOĞLU, Cumhuriyet,15.08.2016

Liberal demokrasi, serbest piyasa küreselleşme dünyasına gözünü açan 1980 sonrası kuşakların genel eğilimi Demokrasi mi dediniz? Teşekkür ederim istemem yönünde şekilleniyor.

‘Demokratik durgunluk’ 

Freedom House’un “Demokrasinin Durumu” raporu (2016), siyasi özgürlüklerin son on yılda küresel çapta gerilediğini savunuyordu. Financial Times’dan GideonRachman’a göre bir “küresel demokratik durgunluk” yaşanıyor. Dün zamanın ruhunu Mandela, Havel, Gorbaçov, Yeltsin temsil ediyormuş. Bugün ise Putin, Erdoğan, Trump gibi isimler var (Financial Times, 08/08/16). 

Dünya Değerler Araştırması’nın 1995- 2014 dönemindeki yıllık bulgularında dayanan bir çalışma (R. Fao & Y. Mounk, Journal of Democracy Temmuz 2016),bugün “Kuzey Amerika ve Avrupa’da demokratik yönetimleri ayakta tutan değerler,1989’da aniden çöken Doğu Avrupa ve SSCB yönetimlerini ayakta tutan değerler kadar kırılganlaşmış” sonucuna ulaşıyor. 1980 sonrasında doğanların arasında demokratik bir düzende yaşamanın önemine inananların oranı, önceki kuşaklara göre hızla düşerken, demokrasinin kötü bir rejim olduğuna inananların sayısı artarak yüzde 30’lara ulaşıyor. 

Aynı dönemde, 1980 sonrası kuşağın içinde demokratik siyasete ilgi azalırken, otoriter liderliklere ve politikalara ilgi artıyor. Bu eğilim, askeri rejimleri de kapsayacak biçimde, en çok da zengin sınıfların gençleri arasında güçleniyor. 

Neden olmasın, dün “serbest piyasa, tarihin sonu, küreselleşme, zamanın ruhunu şekillendiriyordu, temsilcileri ona göreydi, zamanın ruhu bugün büyük ölçüde değişti, temsilcilerinin değişmesi de olağan.

Zamanın ruhu 

Dün zamanın ruhunu şekillendiren süreçler ve varsayımlar, devletlerin toplumsal güvenlik sistemlerini (refah devletiemeklilik güvencesi), çalışanların dayanışma ağlarını (kitlesel sendikalar, sosyal demokrat partiler), büyük üretim kompleksleri etrafında gelişmiş emekçi sınıfın yaşam alanlarını söküyor parçalıyor, metalaştırıyor,“toplum yok, rekabet eden bireyler var, sen de birey olarak kendi güvenliğindensorumlusun, devlete güvenme, kendi kaderini tayin et” diyor, tüm bunları da bireysel özgürlükler ve serbestlik, liberal demokrasi olarak, refah artacak vaadiyle birlikte sunuyordu. 

Bu vaatlerin hepsi çöktü. Birey, ekonomik kriz, iklim krizi, göçmenlik krizi, terörizm korkusu, işsizlik korkusu, hatta büyük güçlerin rekabeti, TV ekranlarından düşmeyen savaş haberleriyle baş başa kaldı. Egemen sınıfların genç kuşakları, sermayenin kazandığı serbestlikleri demokrasinin geriletmesinden korkmaya başlarken, alt sınıfların bireyleri karşılarındaki dev sorunların hiçbirini kendi başlarınaaşamayacaklarını görüyorlar. Bir güvence olarak dini, etnik aidiyetlere sığınmaya çalışırken, bu aidiyetleri bünyesinde birleştirecek güçlü liderler aramaya başlıyorlar. Bu noktada egemen sınıfların korkularıyla, alt sınıflardan korkuları, sağ popülizmdebuluşmaya başlayarak, neoliberalizmden, liberal demokrasiden uzaklaşarak,otoriter-korporatist tercihlere doğru yönelmeye başlıyor. 

Ancak, zamanın ruhu, geleceğin tohumlarını da içinde taşır. Küreselleşme başladığında, bir gün bu noktaya geleceği konusunda uyarıyorduk, çünkü yeni bir küreselleşme dalgasını gündeme getiren yapısal-ekonomik kriz, küreselleşmenin sonunu getirecek tohumları içinde barındırıyordu. 
Bugün zamanın ruhu, geleceğin tohumlarını, salt sağ popülizm, demagog liderler faşizm olarak değil, sol popülizm, “Gezi”, “Tahrir” olayları, “yeni proletarya”yeni örgütlenme biçimleri arayışları olarak da barındırıyor. Birinci eğilimin gerçekleşmesini engellemek için, ikincisine yönelmek, liberal demokrasiyi canlandırma hayallerini de terk etmek gerekiyor.


13 Ağustos 2016 Cumartesi

Aşağıdaki yazı, Dr.Yalçın Koçak tarafından kaleme alınmıştır. Kendisini,” çeşitli vakıflarda eğitim,burs faaliyetleri ile AHİRET MALI BİRİKTİRMEYE ÇALIŞAN” olarak tanımlamaktadır. Sakarya eski ANAP Milletvekili olup, Özal’ın iç kabinesi üyesi olarak görev yapmıştır. Yükseköğretim Sistemimiz ile bu sistemi işleten kurullardaki adam diye gezinenlerin iç yüzünü ortaya sermektedir. Bu yazı, yazıda ismi geçenlerin de bilgisi, ancak yanıt verememe suskunluğu içinde olunulan ve elime bugün,13,08.2016’da geçen bir yazıdır.  Değerlendirilmesi ve Türkiye’nin neden sorunlar içinde debelendiğinin anlaşılması için önem taşımaktadır.

Bimere Başvuru Tarihi : 13.08.2016 Başvuru Sayısı : 981193

KONYA PROFESÖRLERİ
Yalçın KOÇAK
Akademik camiada bilinen ama dillendirilmeyen bir kavramdır, Konya profesörleri.
Türkiye’nin üniversitelerinde sahte jürilerle sıfat ve kadro alanlarla, dil konusunda eksik olan sözde akademisyenlerin tekeri patladı.
Bir bir toplanıyorlar. Bir soru; Tahribatları ne olacak?
Bunlar şimdi kapananların dışında tüm üniversitelerde varlar, YÖK’te de varlar, TÜBİTAK'da varlar, İç işlerinde, Dış İşlerinde varlar, Eğitim, Sağlık ve Adalet ve güvenlik yapılarmızı adeta habis bir kanser gibi sarmışlar, yurt dışında varlar. Çalınmış KPSS sorularıyla sisteme sızanların ayıklanması, Sahte ve naylon jürilerle alınan akademik derecelerin geri alınması lazım, lazım da nasıl? Bir yerden başlayalım.
Dil imtihanını Konya’da ya da YÖK torpilli Bakırköy İES ecnebi dershane kurumunda bitiren, halledenleri süratle dil imtihanına alalım, başarana bravo, kalana güle güle diyelim. Konya bazlı  tüm akademik jüriler şaibelidir, neşteri vuralım. Bilinenlerden başla Yekta hoca; mesela Mehmet Ayan'la başla, Haluk Hadi Sümer'le devam et, Hüseyin Altaş ile başlamışsın galiba
Bu İES özel ecnebi kurumuna İçişlerinden kim faaliyet izini verdiyse, YÖK’ten kim imza koyup akredite ettiyse, içerideki müptezel de odur. Kripto’da odur, tahkik edelim, teşhir edelim. Yapılan yapanın yanına kâr kalmasın.
Adamı YÖK Başkan vekilliğinden alıyorlar, tenzili rütbe yapıyorlar, yönetim kurulu üyeliğine razı oluyor, hep aynı davranış modeli “Mevzileri terk etmeyin” talimatına uyuyorlar.
Sen Prof. Yavuz Atar; Profesörlük jürinin objektif ve tarafsız olduğuna yemin edebilir misin? Kişiye göre oluşturulmuş Jüriden akademik sıfatını almadın mı?, Cemaatin Abant platformu üyesi değilmiydin?. İzmit-Kartepe’deki Anayasa toplantısı ile akademik diyet tamamlandı mı?, Şimdi cemaatçi değilim mi diyorsun?
Öbür yetim kuzuların Prof. İlyas Doğan ve Prof. Ömer Anayurt’ta seninle aynı davranışı ortaya koydular şahsiyet fukarası oldukları için makam kaybettiler ama “Mevzileri terk etmediler”. Halef Selef olduğun Konya’lıŞaban Çalış’ın pislikleri saymakla, yazmakla bitmiyor. Dosyası bir türlü tezekkür etmiyor, her gün kabarıyor. Hukuk Profesörü kimliklerinizle Ankara İdare Mahkemelerinde ve Danıştay’da ki uzantılarınıza giderek YÖK ve paralel menfaat şebekesinin aleyhinde ki dosyaları nasıl geciktirdiğiniz anlaşıldı. Dosyaları tutukladınız şimdi zaman döndü, sap döndü. Yaptıklarınız Zulüm’dü, Mehdiniz size öğretmedi mi Küfür kıyamete kadardır, Zalimlik ise illa ki bitecekti, Türkçe'ye ve Türk'lüğe ihanet ettiniz. Balkanlarda Türkçe'nin akademik dil olarak yaygınlaşmasının önüne geçtiniz. Kendinizden başkasının oralarda olmasını engellediniz. Milli menfaatlerimizi okyanus ötesinin menfaatine peşkeş çektiniz
İnsan kendinde olmayan hasletleri ve değerini elbette bilemez. Muallimi Sabis sıfatlı İbn-i Sina Fazilet ve Ahlakın esaslarını anlatırken; İffet (namus), Şecaat (yiğitlik), Hikmet (bilgelik), Adalet, Cömertlik, Kanaat, Sabır, Kerem (asalet), Yumuşaklık, Yılmazlık, Sadakat, Vefa, Utanma, Ar, Haya, Ucup, Sır saklama, Sözünde durmak, Emanete ihanet etmemek, Hak yememek ve Tevazu ehli olmak değerlerini ortaya koyar: Mehdi hazeratınızın, Karılarınızın başını açın, İçki de için, Namazı da terk edin, Hak’ta yiyin benim hastalıklı beynimin ürettiği, diliminde gevelediği her türlü şatahat’a (İslam’a uymayan şeylere) evet deyin, kerametimden sayın tarzındaki davranış bozukluklarını ve küfrü görmeyen Profesör sıfatlarınla bunların istidraç gibi fasıklık ve sihre yakışan İslam dışılık olduğunu anlamayanların o cüpbeleri çıkarıp, o kadroları terk etmesi lazımdır, meslekden men edilip, akademik sıfatlarının geri alınması lazımdır. Sufli aidiyetlerle alınan, gelinen makamların, yani; tatlı yemenin acı sonuçları yüz yıl daha bizden sonrakilere örnek olmalıdır.  İngiliz destekli Kadıyaniler hareketi ile benzerliği görmezmisiniz, bilmezmisiniz. Ders çıkarmazmısınız, Allah sorar, MazAllah elim bir azap ve ateş küfre düşenleri beklemektedir.
Anadolu’nun manevi, dini iklimini bozdunuz ey Konya Profesörleri. Alevilerin Şiileştirildiği, Sünnilerin selefileştirildiği günümüze bizi okumuş taifemiz getirmiştir. Yarım hocalar bizi dinden etmiştir.
YÖK’te Paralelci yeni adıyla FETÖ/PDY terör örgütü kaynamaktadır. Yekta Başkan’ın bunlara en küçük bir yaptırımı olmamıştır, olamaz da?. Şu kalkışma sonrası kapatılan üniversitelerden hangisinin bölüm açma talebi veya kontenjan isteği geri çevrilmiştir cevabı, HİÇ’tir. Gazi ile Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörlerini dönemleri bitmiş, yenilerinin seçimleri yapılmış; Devir teslim zamanında görevden almakla kimi kandırdın hoca, ……mış GİBİ’mi yaptın? Yoksa Kripto’luk sana da mı bulaştı? Yıldız rektörü İsmail'i de kişisel kininden listeye kattın değil mi hoca, yaptığın haysiyet cellâtlığıdır, illaki boynuna dolanacaktır?? Aydın Menderesin Büyük Değişim Partisinde cemaat kontenjanından gelen bir akraban vardı sanırım hocam?
YÖK Başkanı Yekta Hoca’nın da profesörlüğü dünya ölçeğinde değildir, Avrupa Rotasyonsuz profesörlüklerin üstünü çizmektedir. Seni YÖK Başkanı sıfatı ile Avrupa Eğitim Alanından (EHEA) bir Üniversite kabul edecek mi de sen bu kalkışma konusunu anlatmaya gidecekmişsin, hangi dil de anlatacaksın, Yeni yardımcın Mandal mı manipüle edecek? sakallı haliyle mi?, Eşi başını kapatacak mı, açacak mı??
Şimdi son soru bunlar AB normlarında kalite isterler mi? Zihniyet bozuk, icraat bozuk. Öğrenciyi kalitelendirerek, eğitimi kalitelendirmek modeli, dünya da tek bizde kaldı. Neden hocalar Çapsız, Kitapsız. Dil bilmez LÂL’dirler de ondan. Bir an önce bu çapsız, tabsız, kabı bozuk taifeden kurtulalım, Obskürantizimden sıyrılalım.
Sapı silik adamlarla, Çapı delik Hocalarla nereye vardık?
Az gittik, Uz gittik. Hep geri gittik.
Müslümanlar; Siyaset için çalışırlar.
Münafıklar; Riyaset için çalışırlar.

Allah muhafaza etsin; 

9 Ağustos 2016 Salı

Sevgili Cenger,galiba kendimi yeterince anlatamamış olmalıyım. Bir kez 7 Haziran seçim sonuçlarının kabul edilmeyip, 6 milyonu aşkın seçmen desteğini arkasına almış HDP'yi yok saymak,ulusal istencin ayaklar altına alınmasıdır.Yani kendinize verilen oyları meşru görüp,rakiplerinize verilen oyları gayrimeşru ilan ederseniz, demokratlığın yakınına bile varamamış olursuzun. Kimse çıkıp da, yahu 7 Haziran'da belirttiğim istencemi nasıl geçersiz sayarsın,ayaklarının altına alırsın dememiş,herkes kuzu kuzu,yaratılan korku imparatorluğunun baskısı altında 1 Kasım seçimine koşuşturmuştur. Örneğin,partiniz,bu ne biçim iştir diyebilmiş midir? Darbelerin yalnızca postallısına karşı çıkıp, iskarpinlisine destek verirseniz,darbe-savar olamazsınız. Darbeler nedenleri ve sonuçları ile değerlendirilir. Örneğin, eğer tüm postallı başkaldırılara karşı çıkacaksak, 1908 İkinci Meşruiyete de, hatta M.Kemal Başkaldırısına da karşı çıkmamız gerekir.Çünkü ikisinde de Hareket Ordusunun aktörlerini görebiliriz. Bugün yere göğe sığdıramadığımız demokrasiye vurgun(!) halkımız, dünün darbelerinin severleridir. Bunlara,halkın bilinçsizliği ile açıklama getirmek,hiç de içime sinmeyen kolaycılıktır. Benim gözlemime göre,Türkiye halkı, dünlerde daha bilinçli,daha örgütlü,daha yurtseverdi,daha kişilikli idi. Tek başına sendikalı işçiye bakmamız, örneğin 1965 seçimlerinde Marksist kökenli TİP'in 15 üye olarak TBMM'de yer bulması,sizin bilinçsizlikle suçladığımız halkımızın yüzakıdır. Fazla geriye gitmek istemiyorum. 12 Eylül öncesi Ecevit Hükümetinin düşürülmesi konusunda sayfa sayfa ilan veren, partinizin önder kadrosunun da içinde bulunduğu TÜSİAD değil mi? Yine, üzerinden 36 yıl sonra bile "12 Eylül Anayasası", Orhan Aldıkaçtı tarafından,TÜİAD desteği ile, Ilıcaklar'ın Tercüman Gazetesi öncülüğünde Divan Palas'ta, daha 12 ufukta görünmediği bir zamanda taslak olarak hazırlanmamış mıydı? İşin ilginci,darbelerden en çok yararlananların iki yüzlülüğünden ötürü, darbeler zarar görenler daha insaflı olmaktalar. Bir öykümü anlatayım. Ben 12 Eylül'de 1402 lik olarak Yüksekokul Müdürlük görevimden alındım ve tutuklandım.Darbe-severlikten,darbe-savarlığa sıçrama yapan kesimler, darbecileri yargılar oyununu sahneye koyduklarında,bana da davaya neden müdahil olmadığımı sorduklarında,ben bu şarlatanlar(yani 1982 Anayasasına destek veren yüzde 92'ler) arasında bulunmam,demiştim. Siz,bir siyasal parti içinde,liberal parti içinde çalışıyorsunuz. Neden halkımızı,eksikliğini çektiğini ileri sürdüğünüz bilinç eksikliğini gideremiyorsunuz?Ayrıca şu vatanseverlik yarışından da tiksinmekteyim. Vatanseverlik,yurtseverlik vatan-millet-Sakarya söylevleri ile olmaz. İyi insan,yararlı işler yapabiliyor musun, yurt görevlerinden olan vergini kaçırmadan ve kaçınmadan ödüyor musun,budur insan severlik ve yurt severlik. 12 Mart döneminde Adana Borsasında bir açık oturumda idim. Her kalkan konuşmacı-işveren-işadamları bu vatan için canımızı veriririz,canımız feda olsun palavrası sıkıyorlardı.Sıra bana geldiğinde "hayrola, savaş mı çıktı"diye bir soru atmıştım ortaya ve arkasından 2sizden canınızı,kanınızı vermenizi isteyen kimse yok,verginizi verin" demiştim. Bu nedenle, Suriyelileri, az yurtsever,bizlerin ise çok yurtsever olarak tanımlamak yanlış,böyle bir ölçü de yoktur. Hele hele bunu, "bizim tarihimiz çok daha acılarla doludur"gerekçesi ile açıklamak mümkün değildir. Çünkü Suriye,Irak,Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar bizim yurt toprağımızını bir uzantısı değil miydi?Bu coğrafya,aynı acıları paylaşan kardeşlerdir ve size Pasaport filmini anımsatmak isterim. Esenlik dileklerimle.09.08.2016

8 Ağustos 2016 Pazartesi

 ADD GYK tarafından 07.08.2016 günlü bildirisine yanıt:

Önce,böyle bir değerlendirmenin, ciddi ve bilimsel bir yöntemle ve örgütün tüm şube yönetimlerinin katılımı ile yapılması gerekirdi. Başkalarına öğütlediğimiz çoğulculuk ve katılımcılığın ciddiye alınması bu yolla olur. İkincisi,melez bir değerlendirme olmuş. ADD'nin Bilim ve Danışma Kurulları var,eğer işlevsel ise. Bu türden değerlendirmelerin çatısının bu kurullarda kurulması, bu tür melezleşmenin önünü kesebilir. Üçüncüsü kavramlarda ve kullanılan Türkçe'de yanlışlıklar vardır. "Tevhid-i Tedrisat" yerine neden "Öğrenim Birliği" kavramı kullanılmıyor? Yeniden okunmadığı, düzeltme gereği duyulmadığı izlerini taşımaktadır. "Cumhuriyetin (Tevhidi Tedrisat Sistemi) dini tevillerle esir alınabilen beyinlerin özgürleştirilmesini sağlayacaktır. “ alıntıladığım bu tümce ne anlama gelmektedir?Böyle bir tümce kurulumu ADD'ye yakışıryor mu? Eğer tırnak içinde bir alıntıya yer vermek istiyorsanız,bu alıntının tümünü,doğru biçimde almak gerekir. Ne demek "fikri ve vicdanı hür nesillere"? Doğrusu "fikri hür,vicdanı hür,irfanı hür nesillerdir",Kurucusu olmaktan onur duyduğum ADD,ciddi bir kuruluş olmakla sorumludur. Bu nedenle, yapacağı analiz ve önermeler derinlik içermeli,tuturlılık taşımalı ve karşıtlarında bile saygı uyandıracak ağırlıkta olmalıdır. Örneğin değerlendirmenin bir sistematiği olmalıdır. Önce yararlı akılsızlar tarafından başarısız kalkılmanın neden ve sonuçları irdelenebilir ve buna benzer kalkışmaların olmamasının gerekleri sıralanabilirdi. Sonrasında ise, kalkışmanın başarısızlığı sonrasındaki OHAL ve bu bağlamda çıkartılan KHK ler, özet içerikleri ile değerlendirilir, Devletin yeniden yapılandırılması, kurgulanması amacının, kalkışma perdesi arkasına gizlenmesinin yaratacığı olumsuzluklar ve aykırılıklar dile getirilebilirdi. Eğer, KHK'lerin kalıcı amaçlar için kullanılmasını mahkum eden AYM kararlarından söz edilecek ise,bunların tarih ve karar numaraları belirtilebilirdi. Bu da zaman ve ciddi emek verilmesini gerektirir. Bu bağlamda değerlendirdiğimde bu açıklama ciddi,ağırlığı olan bir özellik taşımamakta, "çorbada bizim de tuzumuz olsun" kaygısının izlenimini vermektedir. Oysa ADD, herkesin kulak kabartması gereken bir yerde ve ağırlıkta olmalıdır. Sizlere yayımladığınız bu değerlendirmeyi ciddiyetle yeniden ve yeniden okumanızı öneririm.Bunu yaparsanız, eleştirilerimin haksız olmadığını sizler de kabul etme durumunda kalacak ve bu değerlendirmeyi geri çekerek,yerine daha doğru-dürüst ve ADD'ye yakışır bir metinle,önerdiğim yöntemle yeniden hazırlanmasına girişirsiniz. Yakışmamış olduğunu bildirmek,beni üzmekle birlikte, kendime ve kurucusu olmaktan onur duyduğum ADD'ye saygımın gereğidir.08.08.2016

6 Ağustos 2016 Cumartesi


CAN DÜNDAR,06.08.2016 Cumhuriyet'ten


“Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde” keyif kaçırmak istemem. Bu kadar ayrıştıktan sonra iktidarla muhalefetin el ele miting yapmasından rahatsızmış gibi görünmeyi hiç istemem.
15 Temmuz’a bağlı yüksek ateşten kaynaklanan, çok alıngan bir iklim var; Yenikapı’dan girmeyenlerin, darbecilikle, bölücülükle, FETÖ’cülükle filan suçlanacağı malum…
Yine de bizim işimizin, iktidara yaranmak değil, onu sorgulamak olduğunu hatırlatıp CHP’nin mitinge katılma kararını değerlendirelim.
***
Neden Erdoğan, ısrarla muhalefeti Yenikapı’ya sokmak istedi?
İyiden kötüye doğru bir niyet okumasıyla, ihtimaller şunlar:
1) “Ben muhaliflerimi yanlış tanımışım. Bak, bir tanesi bile darbeye destek vermedi.İyisi mi artık anayasal bir cumhurbaşkanı gibi bütün partilere eşit mesafededurayım.”
2) “Birçok konuda olduğu gibi muhaliflerim konusunda da yanılmışım. Gülen’de haklı çıktılar. İyisi mi kürsüyü onlarla paylaşayım.”
3) “Darbe aleyhine bir uzlaşma yakalamışken muhtemel kalkışmalara karşıtopyekûn bir mevzi oluşturayım.”
4) “Dünyada yapayalnız kaldım. Muhalefeti yanıma çekip güçlü görüneyim.”
***
Kılıçdaroğlu, düne kadarki demeçlerinde, bu son ihtimal üzerinde duruyor ve mitinge katılmayacağını söylüyordu. Anlaşılan, baskılara dayanamadı ve “koşullu olarak” Yenikapı’ya gitmeye karar verdi.
Kabul etmeli ki, Erdoğan da, geçen hafta bu dayanışmayı hak edecek önemli adımlar attı:
Parti binasına Atatürk posteri astı.
Gülen konusunda, “Yanılmışız, Allah affetsin” dedi.
Hakaret davalarını (“Affettim” diyerek) geri çekti.
CHP ve MHP liderlerine (Saray’a çağırarak) teşekkür etti.
Balyoz, Ergenekon hükümlülerine itibarlarını iade etti.
Ancak bunlarla taban tabana zıt işler de yaptı:
Taksim’e isteseler de istemeseler de o kışlayı yapacağız” inadını sürdürdü.
Barış sürecini Cemaat’in torpillediği bilinmesine rağmen, bütünleşme şansının en önemli halkası HDP dışlandı.
Meclis’e cesaretle sahip çıkan partilere, Türkiye’nin kaderini değiştiren kararlarda fikri bile sorulmadı.
Meclis’ten kovulan muhalefetin, mitinge çağrıldım diye bayrağı kapıp yeni rejimin vitrinine koşması, olsa olsa bir kandırmacaya meşruiyet kazandırır.
Mitinge gidecek olanlar darbeyi lanetlerken, OHAL rejimini, hukukun rafa kaldırılmasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin dondurulmasını, Türkiye’nin Batı rayından çıkarılmasını, basının boğazlanmasını, 17/25 Aralık gibi dosyaların kapatılmasını, binlerce insanın hapse atılmasını, muhaliflere dönük bir cadı avı başlatılmasını, camilere siyaset sokulmasını, Saray’a meşruiyet kazandırılmasını da kutlamaya gittiklerinin farkındalar mı?
***
Belki de açılan Yeni Kapı’dan girerek gidişata müdahale edebilmeyi umuyorlardır.
Yine de bu katılımın Hükümet’e ciddi kredi verdiğini ve bir nevi kefalet anlamına geldiğini de göz önünde tutmalılar.
Muhalefetten beklenen, eski kirli ortaklıkların ve OHAL baskısının bayrak altına gizlenmesine yardımcı olmak değil, “Birlik istiyorsan, Meclis’i devreye sok. Kanunları yasama denetiminden kaçırma. Elindeki gücü artıracağına dağıt. Yüksek yargıya dokunma. Basını özgür bırak. Barış siyasetine dön. Halkınla inatlaşma. Atatürk’ün önemini anladıysan bir an önce dini siyasetten çek” demekti.
Bunlar olmadan gerçekleşecek buluşma, dileyelim de ateşle rüzgârın birleşmesine benzemesin.

5 Ağustos 2016 Cuma

ÖNCESİ VE SONRASINDA 15 TEMMUZ KALKIŞMASI KONUSUNDAKİ DEĞERLENDİRME:

Askeri darbeden söz edenler, nedense askere darbeden hiç söz etmiyorlar. Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik 2008 yılından beri gerçekleştirilen darbeler, emperyalizmin Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması projesinin en önemli adımlarından birisidir. Bugün yaşananları bu çerçevede anlamak gerekir.
Askere yönelik birinci darbeyi Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen birlikte gerçekleştirdiler. Kamuoyunda “Ergenekon”, “Balyoz” ve “Casusluk”  olarak bilinen sahte yargı süreçleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine bağlı TSK komutanları ve askerleri tutuklandı ve yıllarca hapiste yattılar.
Askere yönelik ikinci darbeyi yine Erdoğan ve Gülen birlikte gerçekleştirdiler. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Gülen’in güdümündeki komutanlar kilit noktalara yerleştirildi. Bu süreç Erdoğan’dan önce başlamış olsa da, AKP döneminde, özellikle 2008-2011 yılları arasında hız kazandı.
15 TEMMUZ İLE BİRLİKTE ORTAYA ÇIKTI
Askere yönelik üçüncü darbe, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle gerçekleşti. Bu darbenin kimler ve hangi odaklar tarafından gerçekleştirildiği hala yargı tarafından araştırılıyor olsa da, darbe girişiminin arkasında büyük ölçüde Fethullah Gülen’in güdümündeki odakların olduğu konusunda neredeyse bir görüş birliği oluşmuş durumda. Bu darbe girişimi, Erdoğan-Gülen arasında sonradan ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucunda Erdoğan’a karşı gerçekleştirilmiş olsa da, emir-komuta bütünlüğü ve hiyerarşik zincire aykırı olarak gerçekleşen bu girişim, aynı zamanda TSK’ya yönelik bir darbedir.
15 Temmuz darbe girişimi, eğer ortaya atılan iddialar gerçekse, Fethullah Gülen adlı emekli imamın, TSK’yı bile hangi boyutlarda ele geçirdiğinin göstergesidir. TSK içinde böyle bir örgütlenmenin var olduğu her zaman tahmin ediliyordu, ancak bu örgütlenmenin hangi boyutlarda olduğu tam olarak bilinmiyordu. 15 Temmuz ile birlikte bu da ortaya çıktı.
Askere yönelik dördüncü darbe de, ne yazık ki, Erdoğan tarafından dün gerçekleştirildi. Kanun Hükmünde Kararname ile Genelkurmay Başkanı’nın yetkileri kısıtlandı, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıkları Milli Savunma Bakanı’na ve Harp Akademileri, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulması öngörülen bir üniversiteye bağlandı; ayrıca askeri liselerin kapatılması kararı alındı. Ayrıca, Başbakan Binali Yıldırım’ın yaptığı açıklamaya göre, İmam Hatip mezunları için de Harp Akademileri’nin yolu açıldı!
Bu kararın hem Anayasa’ya hem de Olağanüstü Hal yasasına  aykırı olmasıyla, ayrıca bu kararın TBMM devre dışı bırakılarak alınmasıyla ilgili hukuksal sorunlar bir yana, TSK’nın iç işleyişi, birliği, bütünlüğü ve istikrarı açısından doğuracağı sorunlar da açıktır. Bunların bir kısmı medyada yer aldı, ayrıca Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da, dün CNN Türk’te, “Tarafsız Bölge” programında yaptığı açıklamalarda, bu sorunları çok açık bir biçimde özetledi. Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım, İlker Başbuğ’un bu açıklamalarına mutlaka kulak vermeli ve bu vahim hatadan en kısa sürede dönmelidirler.
Bu uygulamaların TSK’yı güçlendirmeyeceği, aksine daha da zayıflatacağı çok açıktır. Yetkileri kısıtlanmış bir Genelkurmay Başkanı’nın TSK üzerinde bir otorite kuramayacağı çok açıktır. Bu durumda Milli Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı arasında yetki ve etki karmaşasının ve çatışmasının çıkması yüksek olasılıktır. Genelkurmay Başkanı, zaten Başbakan’a ve Bakanlar Kurulu’na bağlıyken ve ona karşı sorumluyken, Genelkurmay Başkanlığı’nın idare etmesi ve komuta etmesi gereken Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri komutanlarının ayrı bir makama, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması kadar anlamsız bir şey olamaz.
KENDİ ELEMANLARINI KENDİLERİ YETİŞTİREMEZ HALE GELECEKLER
Benzer bir biçimde, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Harp Akademileri’nin de Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, kuvvet komutanlıklarıyla, o komutanlıklar ve ona bağlı birimler için yetiştirilen askerlerin bağlantısını tamamıyla kopartacaktır. Başka bir deyişle, Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri kendi elemanlarını kendileri yetiştiremez hale geleceklerdir.
İmam Hatip mezunlarının Harp Akademileri’ne girmesinin yolunun açılması ise tam bir skandal ve rezalettir. Bu, TSK’nın, AKP eliyle, İslamcıların ve dincilerin eline geçmesinin yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Bir yandan TSK’dan Fethullah Gülen’in İslamcılarını çıkartıp, öte yandan TSK’ya Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin İslamcılarını sokmak, sorunun çözümü olmadığı gibi, Anayasa’ya aykırı olan anti-laik yapılanmanın TSK içine de çörekleneceğinin ve TSK’nın da kendi içinde bölünmeye devam edeceğinin habercisidir. AKP iktidara geldikten sonra,  İmam Hatip okullarının sayısını yaklaşık dört kat arttırmıştır. Bu, Türkiye’deki camiilerin imam gereksinimini karşılamak için değil, eğitim sistemini dincileştirmek için gerçekleştirilmiş bir hamledir. Bugün İmam Hatip okullarının ve buradan mezun olanların sayısı, camiilerdeki imam ihtiyacının çok ötesindedir.
Kısacası, tüm bu uygulamalar, bir yandan TSK’nın siyasallaşması ve AKP’leşmesi sonucuna, bir yandan da, TSK’nın daha fazla bölünmesine ve parçalanmasına yol açacaktır.
Ayrıca, getirilmeye çalışılan yapı tamamıyla güvensizlik üzerine kurulu bir yapıdır ve böyle bir yapıyla hiçbir sivil seçilmiş iktidar, bu kadar büyük bir orduyu yönetemez. Genelkurmay Başkanı’nın yetkilerini Milli Savunma Bakanı’na bağlamak Genelkurmay Başkanı’na bir güvensizliğin, Harp Akademileri’ni de Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlarına yönelik bir güvensizliğin göstergeleridir. Bir ülkenin ulusal ve uluslararası güvenliğini sağlamak konusunda bu kadar kilit öneme sahip bir kuruma yönelik böylesine büyük bir güvensizlik, o ülkenin sonunu hazırlamaktan başka bir işe yaramaz.
15 Temmuz darbe girişiminde, Genelkurmay Başkanı ile Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları halk tarafından seçilmiş olan hükümete sahip çıktıkları ve darbeye karşı koydukları halde, hatta darbenin mağduru oldukları halde, şimdi Erdoğan ve AKP tarafından güvenilmez kişilermiş gibi muamele görüyorlar. Üstelik sadece onların şahsı  değil, kurumun ve makamın kendisi de güvenilmez bir kurum ve makam muamelesi görüyor.
Erdoğan’nın ve AKP’nin şu anda yapması gereken, TSK içindeki Fethullah Gülen örgütlenmesini ortadan kaldırmaktır. Kurumun içindeki makamların yetkilerini ortadan kaldırmak ve TSK’yı daha da zayıf hale düşürmek değildir.
15 Temmuz darbe girişimi, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın bir girişimi olmadığı halde, hatta onlar darbenin mağduru oldukları halde, onlara bağlı emir-komuta zinciri ihlal edildiği halde, yetkileri kısıtlanan onlar oluyor! Bu nasıl bir mantık?! Bu nasıl orantısız bir tepki ve önlem?!
BAŞBUĞ’DAN ÇOK ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR
TSK içindeki Fethullah Gülen örgütlenmesinin nasıl gerçekleştiğini İlker Başbuğ dün açıkladı. “Önce bu teşhisi koymak, ondan sonra ona göre tedavi yöntemi uygulamak gerekir” dedi. İlker Başbuğ özetle şunların üzerinde durdu:
1) TSK içinde Personel Alımı, Adli Müşavirlik ve İstihbarat birimlerinin Fethullah Gülen cemaatinden temizlenmesi gerekir. Çünkü TSK içinde genel bir temizlik yapılabilmesi için öncelikle buraların temizlenmesi lazım. TSK içinde bu denetimi yapmak ve kimin kim olduğunu araştırmak ve belirlemek yetkisine sahip birimler bunlardır.
2) MİT’in, MİT ile TSK arasındaki bağlantının geliştirilmesi doğrultusunda yeniden yapılandırılması, MİT’in sadece sivil yöneticilerden oluşmaması, ayrıca MİT’in de Fethullah Gülen cemaatinden temizlenmesi gerekir. Çünkü askerlerin TSK dışındaki hareketlerini ancak MİT takip edebilir. TSK istihbarat birimlerinin bu konuda bir yetkisi yoktur.
Bu bağlamda, İlker Başbuğ çok önemli bir bilgi de verdi ve kendisinin Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde, TSK’dan atılan askerlerin MİT tarafından kendilerine iletilen raporlara dayandırılarak atıldığını ve Fethullah Gülen cemaatine üye olan TSK üyeleriyle ilgili kendilerine MİT tarafından hiçbir raporun iletilmediğini açıkladı. Başbuğ, MİT’ten sürekli, Gülen’e rakip olan “Kurdoğlu cemaatiyle” ilgili raporların geldiğini bildirdi.
Başbuğ’un bu sözlerinden çıkan sonuç şudur: Sadece TSK içinde değil, MİT içinde de ciddi bir Fethullah Gülen örgütlenmesi mevcuttur.
Yapılması gereken bunlarken, TSK’nın yıllardır Fethullah Gülen ile Recep Tayyip Erdoğan arasında bir şamar oğlanına dönmüş olması ve sürekli darbe yemesi kabul edilebilir bir şey değildir. TSK’nın iç yapısı, birliği ve bütünlüğü ters yüz edilerek, Fethullah Gülen’e karşı mücadele verilemez, ayrıca TSK’yı zayıflatmak isteyen emperyalizmin eline de altın tepsi içinde bir koz verilir. Fethullah Gülen’in ve Recep Tayyip Erdoğan’ın din fetişizmi ve din takıntısı, yani laiklik ilkesini benimsemiş dindarlığın yerini, laiklik karşıtı İslamcılığın ve dinciliğin almış olması, Türkiye’yi bir felakete sürüklemeye devam etmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa Birliği’nin, bağımsız, uygar ve laik bir Türkiye için mücadele veren Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini anlamadığı ve/veya anlamak istemediği kesin. Bu onların utancı ve ayıbıdır. Ama, başta iktidar partisi AKP olmak üzere, Türkiye içindeki siyasi partiler de Atatürk’ün değerini anlamamakta ısrar ederlerse ve eski hastalıklarını sürdürmeye devam ederlerse, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını bile kutlayamaz hale gelir.

Örsan K. Öymen

4 Ağustos 2016 Perşembe

Demokratik,laik ve sosyal hukuk devletine gönül vermişler, komünistler,sosyalistler ve aklı başında olan,aklını başkalarına tapulamayanlar tarafından uzunca bir zamandır seslendirilen, işaret edilen ve karşı çıkılan suçlular ve ortakları, bir yandan darbeyi "Allahın lütfu" diye kutsarken öte yandan da, işledikleri nedeni ile "rabbim de, milletim de bizi affetsin" diye yalvarmaktalar, ancak af çağrısı yaptıkları suçlarını işledikleri görev yerlerini de bırakmamaktadırlar. Ben af yetkimi kullanmıyorum ve bunların öncelikle bulundukları görev yerlerini bırakmalarını, ve hukukun üstünlüğünün gözetileceği Cumhuriyetin yargıçları tarafından yargılanmalarını istiyorum. Suç ortakları arasında üleşim kavgası nedeni ile, 15 Temmuz kalkışmasında canlarını yitirmiş insanlarımız ise, af haklarını kullanacak durumda da değiller. Merak ettiğim, her akşam demokrasi meydanına taşınan yığınların, darbe yapmaya kalkışanlara yardım ve yataklık ettiklerini itiraf edenlere yönelik desteklerinin nasıl devam edeceğidir. Affedilecekler arasına tanrıları onları da alır mı? Dünün darbe severleri, günümüzün darbe-savarları(!), önümüzdeki günlerde hangi sıfatla sokaklara salınacaklardır?Asıl cin ve cinlik, bu güruhların gözlerini bağlamak, akıllarını tutsak etmek değil mi?Anlaşılıyor ki cin ve cincilik çok yaygın bir siyaset ve ticaret bezirganlığına bürünmüş. 04.08.2016