"Cumhuriyet Gazetesi, demokrasiye,laikliğe ve hukuk devletine karşı gerçekleştirilmiş tüm faşist darbelere ve girişilmiş müdahalelerde sergilediği gazetecilik anlayışının bedelini, yazarları öldürülerek,saldırıya uğrayarak, gözaltı ve tutuklamalara muhatap kılınarak,merkezleri kurşunlanarak, bazı bölgelere sokulmayarak, toplatılarak ve süreli kapatılarak hep bedel ödemiş olmanın onurunu tarihine kazımış bir gazetedir. Yazarlarımızdan Aydın Engin'in gözaltı nedenini soran basın mensuplarına verdiği"Cumhuriyet'te yazmam" diye yanıt vermesi, tarihsel ve onursal bir tespittir. Bu baskılama ve toplama FETÖ örgütüne mal edilen demokrasiye saldırının, fırsata dönüştürülerek tüm muhalif çevrelere yöneltildiğinin bir başka açık kanıtını oluşturmaktadır. Örnek, Cumhuriyet Savcılığının basın açıklamasında yer almaktadır. Ne ilgisi var, vakıf yönetim kurulunun belirlenmesinin usulsüz savının, FETÖ ve PKK üyeliği ile? Şimdi daha iyi anlaşılmakta "Allaha hamolsun"denilmesinin nedeni.Cumhuriyet bu saldırı ve baskılamayı da, tarihinde olduğu gibi, yüzakı ile aşacak ve demokratik,laik ve sosyal hukuk devleti bekçiliğini yürütecektir.Buna inancım tamdır."
31 Ekim 2016 Pazartesi
Sayın Erinç, size geçmiş olsun demiyorum. Çünkü, Cumhuriyet'in, demokratik-laik Cumhuruyite ve hukuk devletini savunmanın bir bedeli olduğunu,siz de.ben de bilmekteyiz. Bu saldırı ve toplanmaya yönelik olarak gazetemiz web sayfasına yaptığım değerlendirmeyi sizinle de paylaşarak, dayanışma ve desteğimi belirtmekten onur duyarım.Gazetemize sahip çıkmak, onun özgürlüğüne yapılan saldırıyı,kendi bilgi edinme hakkımıza saldırı olarak almak ve anlamak,biz Cumhuriyet Gazetesi'nin asıl sahipleri olan okurlarının onurlu bir görevidir.Esenlik ve dayanışma dileklerim sizlerle. Prof.Dr.Mustafa Altıntaş 31.10.2016
"Cumhuriyet Gazetesi, demokrasiye,laikliğe ve hukuk devletine karşı gerçekleştirilmiş tüm faşist darbelere ve girişilmiş müdahalelerde sergilediği gazetecilik anlayışının bedelini, yazarları öldürülerek,saldırıya uğrayarak, gözaltı ve tutuklamalara muhatap kılınarak,merkezleri kurşunlanarak, bazı bölgelere sokulmayarak, toplatılarak ve süreli kapatılarak hep bedel ödemiş olmanın onurunu tarihine kazımış bir gazetedir. Yazarlarımızdan Aydın Engin'in gözaltı nedenini soran basın mensuplarına verdiği"Cumhuriyet'te yazmam" diye yanıt vermesi, tarihsel ve onursal bir tespittir. Bu baskılama ve toplama FETÖ örgütüne mal edilen demokrasiye saldırının, fırsata dönüştürülerek tüm muhalif çevrelere yöneltildiğinin bir başka açık kanıtını oluşturmaktadır. Örnek, Cumhuriyet Savcılığının basın açıklamasında yer almaktadır. Ne ilgisi var, vakıf yönetim kurulunun belirlenmesinin usulsüz savının, FETÖ ve PKK üyeliği ile? Şimdi daha iyi anlaşılmakta "Allaha hamolsun"denilmesinin nedeni.Cumhuriyet bu saldırı ve baskılamayı da, tarihinde olduğu gibi, yüzakı ile aşacak ve demokratik,laik ve sosyal hukuk devleti bekçiliğini yürütecektir.Buna inancım tamdır."
"Cumhuriyet Gazetesi, demokrasiye,laikliğe ve hukuk devletine karşı gerçekleştirilmiş tüm faşist darbelere ve girişilmiş müdahalelerde sergilediği gazetecilik anlayışının bedelini, yazarları öldürülerek,saldırıya uğrayarak, gözaltı ve tutuklamalara muhatap kılınarak,merkezleri kurşunlanarak, bazı bölgelere sokulmayarak, toplatılarak ve süreli kapatılarak hep bedel ödemiş olmanın onurunu tarihine kazımış bir gazetedir. Yazarlarımızdan Aydın Engin'in gözaltı nedenini soran basın mensuplarına verdiği"Cumhuriyet'te yazmam" diye yanıt vermesi, tarihsel ve onursal bir tespittir. Bu baskılama ve toplama FETÖ örgütüne mal edilen demokrasiye saldırının, fırsata dönüştürülerek tüm muhalif çevrelere yöneltildiğinin bir başka açık kanıtını oluşturmaktadır. Örnek, Cumhuriyet Savcılığının basın açıklamasında yer almaktadır. Ne ilgisi var, vakıf yönetim kurulunun belirlenmesinin usulsüz savının, FETÖ ve PKK üyeliği ile? Şimdi daha iyi anlaşılmakta "Allaha hamolsun"denilmesinin nedeni.Cumhuriyet bu saldırı ve baskılamayı da, tarihinde olduğu gibi, yüzakı ile aşacak ve demokratik,laik ve sosyal hukuk devleti bekçiliğini yürütecektir.Buna inancım tamdır."
27 Ekim 2016 Perşembe
SOL PORTAL 25
EKİM 2016 OĞUZ OYAN
YILDIRIM GÜRLÜYOR, İTİRAFLAR BİRİKİYOR
Son başbakan Binali
Yıldırım, AKP 25. Değerlendirme ve İstişare Toplantısı'nda ve TRT, NTV, CNN
Türk, Habertürk, Kanal 24, A Haber ortak yayınında (ortaklığa bakar mısınız!)
hiddetli açıklamalar yaptı. Hiddetin nedeni, AKP cenahının, Hilmi Özkök'ün TBMM
Darbe Araştırma Komisyonuna verdiği
ifadeden rahatsız olması. Sorumlulukları üzerlerinden atma telaşıyla muhtemelen
yakında RTE de bu konuda konuşur. Yıldırım kendini şöyle ifade ederek
hareketini koruduğunu sanıyor: "Eski bir Genelkurmay Başkanı çıkıp diyor
ki 'Biz 2004'te uyardık'. Ne uyardınız kardeşim? Karara bakıyoruz, neymiş
efendim, 'Nur Cemaati ve Hizmet Hareketi izlenmelidir'. Ne zamandan beri
cemaatler terör örgütü oldu? Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin
başladığı 17 Aralık'tır". Ancak bu ifadesiyle çelişkili olarak, "FETÖ
AKP döneminde palazlanmadı; 12 Eylül darbesinden sonra palazlanmaya başladı;
80-90'larda büyüdü" diyerek AKP dönemi öncesini işaret ediyor.
Aslında bu ilginç
bir itirafname ve hepsi bu kadar değil.Bir içerik analizini hakediyor. Eğer
çizgiyi terör üzerinden çekerseniz, kendi döneminizin öncesinde palazlanmış
olması sizi kurtarır mı?O zaman AKP öncesinde Cemaat teröre başvurmadığına göre,
Yıldırım'ın mantığı doğrultusunda, sorunun kaynağı AKP sonrası olmaz mı? 12
Eylül döneminin kolaylaştırıcı etkisiyle 1986'daki sınav sorularının çalınması
üzerinden bunların TSK'da yuvalanması da sizin durumunuzu hiç kurtarmaz. Çünkü,
bunların binbaşı üstü rütbelere gelişi, özellikle de generalliğe terfileri hep
sizin iktidar döneminizde gerçekleşti;
MGK Kararlarını yok hükmünde sayarak, YAŞ kararlarına şerh koyarak bunların
ayıklanmasının önüne geçenler sizler değil miydiniz? Eğer Gülen Cemaati sadece
AKP döneminde, onun önüne serdiği imkanları kullanarak teröre bulaşmışsa, AKP-Cemaat
ortak sorumluluğunu vurgulamanın nesi yanlış?
Yıldırım,
açıklamalarında daha ileri gidiyor: "2013'e kadar bu eli kanlı örgüte
sadece iki başbakan karşı çıkmış, açıkça mücadele etmiştir. Biri merhum
Necmettin Erbakan, biri de kurucu liderimiz Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan". Şimdi, Erbakan'ın Gülen ile ilişkilerinin
mesafeli olması sizi kurtarmaz, çünkü Cemaat üyelerinin ordudan ayıklanmasına
direnç gösterilmeye başlanması o dönemden itibarendir. Kaldı ki, TSK'daki
Cemaat yuvalanmasını siyasal İslam hareketiniz açısından hem muhalefet hem
iktidar dönemlerinizde hayırhah bir gelişme olarak görüp AKP iktidarı sırasında
dere tepe kullandığınızı da unutmayalım. Ayrıca, 2013'e kadar RTE'nin Cemaat'e karşı
çıkıp açıkça mücadele ettiğini bilen, duyan, gören var mı? Hem Yıldırım'ın
kendisi ne demişti 17 Aralık 2013 öncesi için? "Ne zamandan beri cemaatler
terör örgütü oldu?". Dolayısıyla, hem 17 Aralık öncesinde Cemaatle niçin
mücadele edilsin demekte, hem de 2013 öncesinde RTE'nin "bu eli kanlı
örgütle açıkça mücadele ettiğini" söylemekte.Yıldırım, açıklamasının bir
kıymet-i harbiyesi olmasını istiyorsa, bu çelişkiyi gidermek zorunda; çünkü birinci
ifade doğruysa, diğeri yanlış.
Yaman bir çelişki
daha var. Yıldırım, Hilmi Özkök'e dolaylı hitabında soruyor: "Ergenekon,
balyoz gibi AK Parti iktidarlarına darbe yapmak için harekete geçenlere karşı
ne yapmış, hangi tedbiri almış onu söylesin". Ardından da, Nazlı Ilıcak'ı
kaynak göstererek Gülen'in "Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı olacak o zaman
herşey düzelecek" demiş olduğunu öne sürüyor. Neresinden baksanız
çelişkili itiraflar ve acz ifadeleri görüyorsunuz. Bu, ortada ciddi bir panik
hali olduğuna işaret ediyor. Şimdi, Ergenekon-Balyoz davalarını 17 Aralık'tan
hemen sonra "TSK'ya kumpas kuruldu" diyerek Cemaate yıkan eski Başbakan
Yardımcısının (ve giderek tüm AKP'ye ve destekçilerine malolan) açıklamalarını
nereye koyacağız? Meğer, Yıldırım'a göre, kumpas yokmuş. O halde, geriye tek
olasılık kalmakta: 17 Aralık paniklemesiyle Cemaatin günahlarını çoğaltabilmek
ve AKP iktidarını koruyabilmek için, Ergenekon kumpaslarında Cemaati tek
sorumlu ilan etmek mecburiyetinde kalmışlar! Şimdi, Özkök'ün rahatsız edici
açıklamaları belli ki başka bir pozisyon almayı zorunlu kılmakta. (Kaldı ki,
AKP'ye karşı darbe girişimlerini 15 Temmuz öncesine taşıyabilmek için,
'Ergenekon sulandırılmıştı' tezi üzerinden davaların yeniden görülmesi de
gündeme getiriliyor). Bu arada, Özkök'ü eğer Genelkurmay Başkanlığı'na Cemaat
taşıdıysa, bunun Anayasa'nın egemenlikle ilgili 6. maddesinin kesin ihlaline
yeni bir kanıt oluşturduğunu, dolayısıyla bu itirafın 'yağmurdan kaçarken
doluya tutulmak' anlamına geldiğini de ekleyelim.
Dahası var: 17
Aralık 2013, siyasi iktidarın en tepelerine uzanan, bakan Erdoğan Bayraktar'ın
istifasında açıkça belirttiği gibi Başbakanı kurtarmak adına dört bakanın
istifaya zorlanmasıyla sonuçlanan somut yolsuzluk suçlamalarının başlangıç
tarihiydi. Somut dayanaklara bağlı olarak ileri sürülen bu yolsuzluk
iddialarının toplumun gündemine getirilmesi, bunlar Cemaat ile AKP arasındaki
bir iktidar kavgasının yansıması olsa bile, toplumun ve TBMM'nin bilgilendirilme
hakkının gecikmiş de olsa teslim edilmesi ve yargının göreve çağrılması durumuydu.
Bir partinin ve yöneticilerinin aleyhine olabilir, ama toplumun aleyhine
olduğunu suçluluk telaşında olanlar dışında kim söyleyebilir?Cemaatin kendi kan
davası uğruna gerçekleştirdiği tek doğru işe, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi
yüzünden sırtımızı mı döneceğiz? 17 Aralık davasının bir gün tekrar açılması
talebinden vaz mı geçeceğiz? Kusura bakmayın, "Allahın lütfu" oralara
kadar uzanmıyor.
***
Peki, toplum her
gelişmeyi iktidardaki AKP İslamist hareketine getirdiği fayda veya zararlar
üzerinden değerlendirmeye mecbur mudur? En güçlü tedhiş eylemlerine başvuran çetelerin
bile başaramayacağı yöntemlerle kurumların AKP-Cemaat güdümündeki polis/yargı
terörüyle çökertilmesini, Kozmik Oda sırlarının Cemaat üzerinden yabancı devlet
istihbatlarının eline geçmesinin kolaylaştırılmasını, ülke güvenliğinin zaafa uğratılmasını vs.,
şimdi iktidarın çizdiği 17 Aralık sınırı yüzünden terör eylemi ve bir vatana
ihanet biçimi olarak kodlayamayacak mıyız? 2002-2013 arasında egemenliği Cemaat
ile paylaşarak ona her istediğini veren bir karşı-devrimci hareketin Yüce
Divanlık suçlarının örtbas edilmesine
tüm toplumun suç ortağı yapılmasına göz
mü yumacağız? 2007-2013 ihanetiyle liyakatli kadroları ayıklanan TSK'nın 15
Temmuz darbesine sürüklenmiş olmasını sadece emperyalizmin doğrudan güdümündeki
(ve bir zamanlar pek saygıdeğer bulduğunuz) "Hocaefendi"ye mi ihale
edeceğiz? Peki ya dolaylı güdümünde olanlar? Peki ya içerdeki siyasi ortakları?
Bütün bu vahim hakikatler ortadayken AKP'nin dayattığı 17 Aralık miladını neden
benimsemek zorunda olalım?
12 Eylül 2010
Anayasa referandumununda, Fethullah Gülen'in AKP ile birlikte bu referandumdan
"evet" çıkması için "gerekirse ölüleri bile mezardan kaldırıp oy
kullandırın" biçimindeki sözlerini unutup şimdi Yıldırım'ın 2014
seçimlerinde İzmir büyükşehir belediye başkanlığı adaylığı sırasında "İzmir'de
sandıklarda benim aleyhimde FETÖ'lü abiler ablalar CHP için çalıştı"
hikayesi üzerinden, asıl büyük hikayeyi, yani iktidarının 10 küsur yılı boyunca
her alana yayılan AKP-Cemaat kan kardeşliğini gözardı mı edeceğiz? Bizzat benim
TBMM'de dış komisyon üyeliklerimde tanık olduğum 13 yıllık tecrübemi (her dış
seyahatte komisyonların AKP'li üyelerinin istisnasız hepsinin Gülenci
heyetlerin davetlerine ve okul ziyaretlerine büyük bir iştiyakla katılmalarını)
ve benzerlerini yok mu sayacağız?
Devlet yönetimini
çığrından çıkaran, Cumhuriyetin kuruluş senedini tartışma konusu yapan,
emperyalizme karşı hem askeri, hem siyasi, hem ekonomik zaferler kazanmış olan
Cumhuriyetin kurucu kadrolarını tarihe gömmeye çalışan, dış politikayı iç
siyasete malzeme yaparak büyük risklere giren ve alt-emperyalizme özenerek
emperyalizmin güdümünde ülkeyi ateşe atmaya girişen, 15 Temmuz bahanesiyle
içerde otokratik bir rejim kurmanın tüm entrika ve baskılarını harekete geçiren
Cumhuriyet düşmanı bir rejimle toplumun çoğunluğunun ortak noktası yoktur.
24 Ekim 2016 Pazartesi
NEDENSİZ
buraya gelmedik-1
“Hiçbir
bela nedensiz gelmez”
Prof. Dr.
Ali Demirsoy
Hiçbir ülke ya da toplum durup
dururken batağa saplanmaz. Onu hazırlayan nedenler vardır. Zaman içinde anlayanlar
toparlanabilir; anlayamayanlar da yok olur gider. Dünyada
adı ve sanı unutulmuş bunca devlet neden yol oldu dersiniz? Organizasyon
bozukluğu, yönetim bozukluğu, bilimsellikten uzak olma ve geçmiş olaylardan
örnek alamama ve en önemlisi niteliksiz insanları olmaması gereken yerlere
yetkili olarak yerleştirme gibi birçok neden sayılabilir. Türkiye bugün yaşanan
kargaşalığın içine nedensiz düşmedi. Bu nedenle “buraya nedensiz gelmedik-1” adlı yazımın birincisini gönderiyorum.
Daha sonra bu yazıyı pekiştiren aynı adlı 2 ve 3’üncüsünü göndereceğim.
Yaşanmadan öğrenme dünyada sadece insana nasip olmuştur…
Paralelciler devletin önemli
yerlerine sınav sorularını önceden ele geçirerek girmişler. Soru çalınması KPSS
sorularının çalınma olasılığını araştırma ile ortaya çıktı. Zanlılardan biri
yakalanıp elleri arkadan kelepçelenmiş olarak polis tarafından götürülürken,
basının önünde, kimin yaptığını öğrenmek istiyorsanız Işık Evlerini arayın diye
bağırmıştı; kimsenin kılı kıpırdamadı; çünkü yönetimle paralelciler o günlerde kankaydı.
Her rezilliğin altından nedense AKP yönetiminin “kendi ifadelerine göre” bilmeden yaptıkları gaflar çıkıyor. Çünkü
bilenleri düşman görüyorlar.
En iyi örnek kişinin kendisi ile
ilgili verdiği örnektir. En azından halkın deyimi ile “günahı ile sevabı ile” kendisine aittir. Bu yazıda ve bundan sonra
yazacağım (nedensiz buraya gelmedik-2 ve
3) yazılardaki örnekler, sizin de şu yada bu şekilde başka biçimlerde tanık
olduğunuz, toplumumuzu için için kemiren, sosyal beklenti ve haklarımızın temel
direklerini yıkan illet tarafgirlik, yandaşlık örnekleri olacaktır.
Ben biraz gerilere gideyim.
ÖSYM’nin başında kurucusu olan ve uzun süre hizmet veren rahmetli Prof. Dr.
Altan Günalp var. Hekim olmasına karşın uzun süre biyoloji bölümü kadrosunda (moleküler
biyoloji anabilim dalı başkanı olarak) yer almıştı. Birbirimizi çok sevmemize
karşın dekanlığım sırasında kendisine karşı aldığım bir karardan dolayı
ilişkilerimiz soğumuştu. ÖSYM o aralarda test araştırma ünitesi için güvenilir
bir denetmen arıyormuş. Sayın Prof. Dr. Altan Günalp, başkan yardımcısı Sayın Ünal
Oktay’a “karşıda-Beytepe’de deli dolu birisi var; aramız nahoş; ancak en çok
güvendiğim insanlardan biridir; gerçek bir bilim adamı kimliğine sahiptir;
konuşun; eğer gelirse bundan böyle soruları ona denetletelim” diyor.
Böylece TAB olarak bilinen ÖSYM Test Araştırma (soruların hazırlandığı,
denetlendiği; seçildiği; ancak sadece yetkililerin girebildiği bir birimdir)
biriminde biyoloji sorularını (4 yıl kadar da ek olarak TUS sınavında yabancı
dil sınavlarını ve birçok sınavı) denetlemeye başladım.
Önemli bir yerdi. Bu nedenle eşim
bile 16 yıl boyunca güvenlik nedeniyle burada çalıştığımdan haberdar olmadı.
Çalışma biriminde kendi alanında son imzayı atan yetkili bendim; bu görevi 34
yıl boyunca tek başıma yürüttüm; daha sonra önerim ile bir doktora öğrencim—meslektaşım
profesör, aynı yetkiyle çalışma ekibine katıldı. Böylece 38 yıl boyunca (ek-1)
biyolojik bilimler alanı içinde tek bir soru dahi iptal edilmeden, kimseye
sızdırılmadan başarıyla sınavlar gerçekleşti.
Ekip, ahlaklı ve görevinin
bilincinde olan bir ekipti. Soruların basıldığı METEKSAN basımevinde uzun zaman
içeriye girip çıkabilen birkaç kişiden biri olan rahmetli Vedat Usta’nın
oğulları epeyi bir yıl boyunca üniversite sınavlarını kazanamamıştı. ÖSYM
başkanı kardeşinin cenazesine bile sınav yapılıyor diye gitmemişti. Basım evi
METEKSAN güvenlik için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Bu kurum, ahlaklı,
bilinçli, şerefli, namuslu insanların omuzları üstünde; üstelik de çok mütevazı
ücretlerle buraya gelmişti.
Daha sonra AKP yönetimi ile bu
kuruma garip insanlar atanmaya başladı (ortak özellikleri erkeklerin badem
bıyıklarıydı). Önce başkan değişti. Daha sonra birimlerin başına adı sanı az
duyulmuş üniversitelerden öğretim elamanları gelmeye başlandı. Test Araştırma
biriminde yıllarca oraya emek veren ve kurum dışından gelen epeyi bir öğretim
üyesi ile “tehlikeyi sezinleyerek” bu
birimi elimizden geldiğince, götürebildiğimiz kadarıyla güvenli bir şekilde götürmeye
karar verdik ve ayrılmadık.
Bu değişime kadar bu birimde
çalışanlar işe başlar başlamaz hemen masanın başına oturamıyordu. En azından
benim ekibime biri katılacaksa, sınav açılıyor; kazanan işe başlatılıyordu.
Ancak ilk birkaç yıl sorular haricinde getir götür işlerine bakıyor; güven
verince ham soruların incelenmesi sırasında odaya alınıyor (sınavda sorulacak
bir tek soru için yaklaşık 40-50 ham soru hazırlanır); ilk seçilme aşamasında (bu
aşamada soruların yaklaşık 2/3’ü elenirdi) yeni gelen meslektaşımız masadan uzaklaştırılıyor;
güven vermeye devam ederse ilk aşama seçimine katılmaya başlıyor; daha sonra 2.
kademe seçime geçiliyor; aynı şekilde belirli bir yıl sonra 2. kademe seçiminde
masa başına gelme hakkını alabiliyordu. Sonuçta 6-7 sene sonra son soruların
hazırlanması sırasında masaya oturabiliyordu. Herkes birbirinden emindi. Yeni
gelen başkan, dışarıdan (çoğu üniversitelerden) gelen öğretim üyelerinin
haricinde (onları daha sonra harcadı) Test Araştırma birimine yıllarca emek
veren deneyimli ve güvenilir ekibin tümünü YÖK’e sürdü ya da yol verdi.
Yeni başkanın atandığı günlerde,
bir gün yine ÖSYM’ye Test Araştırama Birimine çalışma için gittim, bir genç
bayan ekip masalarından birinde oturuyordu. Sordum, sen kimsin diye. Efendim
ben yeni alındım, bundan böyle biyoloji sorularının koordinatörlüğünü ben
yapacağım. Eğitim Fakültesinden yeni mezun olmuş biriymiş. İşin aslını öğrenmek
için birime yeni atanan yöneticilere gittim; “bunu nasıl yaparsınız?”diye sordum. Yavan yavan, başkanlık yeni bir
karar aldı elemanları artık biz görevlendireceğiz diye yanıt verdiler. Kurumdaki
tüm birimler için bu şekildeki atamalar geçerliydi. Belli ki bir tezgâh
kuruluyordu. O günden sonra okuduğum ve incelediğim soruların üzerinde bazı
işaretler gördüm ve yeni gelen bu bayana bunlar nedir diye sordum. Efendim bir
hoca (daha sonra tesadüfen öğrendim ki Cumhuriyet üniversitesindenmiş) her
hafta geliyor ve dil bakımından soruları inceliyor. Yeni gelen bu öğretim üyesi
ile benim karşılaşmamam için olsa gerek çalışma için farklı günler seçiliyordu;
yeni gelen öğretim üyesini tek bir defa bile göremedim. Soruların güvenliği
diye sormaya kalmadı, genç bayan başkanlık emri, lütfen bu konuda bir şey
demeyiniz diyerek sözü bağladı.
Sonuçta ekteki yazıda da görüleceği
gibi 38 yıl boyunca tek bir kusur yapmadan yürüttüğüm ÖSYM görevim sonlandı. Benden
sonra kimler geldi, neler yaptı; öğrenme isteğini bile duymadım. Artık başımıza
bir bela açılacağını biliyordum; ancak zamanını tahmin edemiyordum. Sonuçta
KPSS (Kamu Personel Seçme Sınavı) rezaleti ile cerahat patladı. Devlet yönetimi
önce eski ÖSYM yetkililerini suçlu bulmanın çabası içine girdi. Ancak malı
götüren aslında kankaydı. ÖSYM, üniversite giriş sınavları, akademik personelin
seçim sınavları ve KPSS sınavlarından başka Türkiye’nin önemli 90 kadar
kurumuna alınacak memurların sınavını yapan bir kurumdur[1]. Her
birinin sorusu farklı hazırlanırdı. Bu ülkenin can damarı sayılacak bir yerdir.
Dikkat edin! Hiç kimse bu sorular bunca güvenli ortamda nasıl çalındı; kimler
çaldı, ne zamandan beri çaldı bilmiyor. Yönetim, bu son atananları da galiba büyük
ölçüde uzaklaştırdı ve bir kısmını da yargıya sevk ettirdi.
Türkiye, özellikle 1950’li
yıllardan bu yana niteliği ne olursa olsun yandaşların önemli yerlere
getirildiği bir ülke olmuştur. Bunları anlatırken bu vahim olayın nedenini
sadece yeni gelenleri töhmet altında bulundurma ve suçlama gibi bir basitliğe
indirgenmesini e kesinlikle istemem. Tezgâhın birçok önemli kurumda benzer
şekilde ve zihniyetle uzun zamandan beri kurulduğu belirlendi. Burada değinmek
istediğim senden-benden ön yargısı ile yapılan uygulamaların ve atamaların er
yada geç önemli sorunlara neden olacağını –birçok kurumda yaşandığı gibi- bir
daha vurgulamaktır. Bununla ilgili yüzlerce örnek vermemiz mümkündür. Birkaçına
bir göz atarsak:
Son zamanda yaşanan darbeyi aklı
başında olan herkes lanetliyor. Güzel, iyi de. Ancak hava kuvvetlerinin başına
darbeci komutanı getirmek için önündeki 30 generalin bir kalemde silinmesini; diğer
kuvvetler için de benzer rezilliklere göz yumulmasını yada bizzat tezgâhlanmasını;
Anayasa Mahkemesine FETO’cu bir üye atamak için bin bir hülleye başvurulmasını ve
bunun için gülünç yasaların ve düzenlemelerin yapılmasını; ordunun ve önemli
bilim adamlarınızın belini kırmaya ahdetmiş mahkeme ve savcıların “bile bile yapacakları aşikâr olan”
haksız kararlarından dolayı doğacak zararları ve ödentileri bizzat devletin
yüklenmesini sağlayan yasaların alelacele çıkarılmasını acaba kim nasıl
açıklayabilir?
Kandırıldık deniyor. İyi de ÖSYM,
ayrıldığım (birçok değerli çalışanın da ayrıldığı) güne kadar Türkiye’nin en
güvenilir kurumuydu ve hiçbir şaibenin gölgesi bile düşmemişti. Yetişmiş
güvenilir bir kadrosu vardı. Bu insanların aydınlık yüzünden başka ne kusuru
vardı? Bu kurumda iğneden ipliğe her şey neden değiştirildi?Burası teknik bir
kurumdu, bilime ve güvene dayalıydı. Yılların birikimini taşıyan insanlar
vardı. Siyasilerin kendi görüşlerini dayatacağı bir kurum değildi. ÖSYM
binasına bir defa bile girmemiş, bu tip sınavların kıyısından bile geçmemiş
insanlar neden yönetici ve uzman olarak atandı; güvenirlikleri uzun yıllardır
bilinen eski kadro toptan neden uzaklaştırıldı? Şimdi kalkmış kandırıldık
muhabbeti yapılıyor. Önce bu soruların yanıtı verilmelidir.
Geçtiğimiz kötü günlerin
tekrarlanmaması için herkes bu sistemin içindeyken yaptıklarını, aksaklıkları
ve görüşlerini yazarsa, gerçeği anlama daha kolay olacaktır. 38 yıl boyunca
ÖSYM sorularını denetleyen bir kişi olarak buradaki sorunun nasıl ortaya
çıktığını ve siyasetin bilimsel kurumlara işlemesinin sonuçlarını anlatabilme
için –tarihe not düşsün diye- ben kendi başımdan geçenleri anlattım. Arif olan
anlayacaktır…
Saygılarımla. Prof. Dr. Ali
Demirsoy 19.10.2016
Ek-1
NOT:
Ali Demir adındaki ÖSYM Başkanı, 15 Temmuz sonrasında gözaltına alınarak tutuklandı.Dönemi
bütünüyle sınavların kuşku ile kirlendiği dönem olarak anılır. Ali Demir ile birlikte
çalışan, günümüz YÖK Başkan ve kimi üyeleri ise, şimdiler FETÖ’cü diye kimi üniversite
çalışanlar hakkında işlem gerçekleştiriyorlar. Dünün yolsuzluk ve soru dağıtıcıları
olarak zanlı konumda olması gerekenler, ne garip ki, günümüzde kendilerini savcı
ve yargıç yerine koyabiliyorlar. (Mustafa Altıntaş).
[1]. ÖSYM verilerine göre 2005’te ALES’e 226 bine yakın aday girdi.
Bu adayların ancak yüzde 0.1’i soruları tam ya da 2 eksikle yanıtladı. 2005’te ALES’te tam yapanların sayısı 100
civarındayken bu rakam 2009’da tam 200 kat arttı. 2009’da sınava giren 226 bine
yakın adayın yüzde 9’u tam puan aldı. FETÖ’nün neredeyse bütün sınavlarda
kopya çektiği belirlenen 2009’da,
ALES’te yalnızca 2 yanlışı olan aday sayısının 20 bin 290 olduğu belirlendi.
Üniversite giriş sınavlarının aksine ALES zamana karşı yarışılan bir sınavdır
ve tam soru yapanların oranı yüzde 5 civarındadır. ALES, yüksek lisans ve
doktoranın yanı sıra okutmanlık, arşiv görevlisi, uzmanlık ve öğretim görevlisi
istihdamında da kullanılıyor. Yılda iki kez yapılan sınavların birincileri YGS
ve LYS’nin aksine kamuoyuna açıklanmıyor. Bu nedenle soruları tam yapanlar
dikkat çekmiyor. Sonuçlar, farklı üniversite ve bölümlerde kullanıldığı için
tam puanlılar bireysel olarak değerlendiriliyor ve kesinlikle kuşku
uyandırmıyor. Sınavın bu yapılandırılmasından yararlanan FETÖ, soruları
binlerce adaya sızdırarak üniversitelerde kendi akademik kadrosunu oluşturdu
(Ceyda Karaaslan’dan).
22 Ekim 2016 Cumartesi
Eğitimciler Derneği (Eğit-Der)'in yayın organı "abc dergisi"nde yayımlanmak üzere istenen "Darbeler Üzerine" değerlendirmemin ilkini 1 Eylül 2016'da yazmıştım. Aşağıdaki yazım, bu yazının devamını oluşturmaktadır ve 21.yüzyılda yaşadığımız darbe ve müdahaleleri konu kılmaktadır. Üçüncü ve son yazım ise, önümüzdeki günlerde 15 Temmuz Kalkışması ve sonrasına özgülenecektir. 20.10.2016
Prof.Dr.Mustafa
Altıntaş
DARBELER ÜZERİNE (2)
YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDAKİ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMLERİ :
Önceki yazımda; Türkiye’de, çok partili parlamenter
sisteme geçilmesi sonrasında yirminci yüzyılda gerçekleşen darbe ve
müdahaleleri inceleme konusu yapmıştık. Yirminci yüzyılda biri emir komuta
zinciri içinde olmayan(1960), ötekisi de, emir komuta zinciri içinde(1980) iki
askeri darbe gerçekleştirilmiştir. Her iki darbe; “ülke üzerinde egemenlik haklarının
kullanımı ile bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin kullanımını” düzenleyen
kuralları yeni baştan düzenlemiştir. Her iki darbe de, TBMM’ni kapatmış, ikinci
darbe ise, siyasal partileri, sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini
kapatmış, siyasal partilerin yönetici kadrosunu da, gözetim altına almıştır.
Yirminci yüzyılda, askeri müdahale ve askerin de etkilediği iki müdahale(12
Mart 1921, 28 Şubat 1997) olmuş, her ikisinde de varolan hükümetler istifa
ederek, yerlerine, ilkinde “partiler-üstü
hükümet”, ikincisinde ise yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.
Yirminci yüzyılda başarısızlığa uğrayan iki askeri kalkışma
olmuştur. Bunlar, 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 ayaklanma girişimleridir.
İlki; ordu içindeki başlatılan atama ve gözaltına almalara karşı Harpokulu
Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir öncülüğünde girişilen kalkışma olup, kansız
olarak sonuçlanmıştır. İkincisi olan 20
Mayıs 1963 Kalkışması,birincisinin devamı olup, başlaması ile bitmiş ve
önderlerinden Talat Aydemir ile Fethi Gürcan idam edilmişlerdir. 22 Şubat 1962
Kalkışmasında evlerine gönderilen Harpokulu öğrencisi 1459’u okullarından
atılmış ve bunlar için sonradan üniversitelerde ek kontenjan açılmıştır. Bu iki
kalkışma, başarısızlık ve tasfiyeye
karşı çıkış açısından 15 Temmuz 2016 günkü kalkışma ile benzerlik taşımaktadır.
Şimdi, yirbirinci yüzyılın onaltı yılında ortaya çıkan darbe ve muhtıraları
görelim.
Yirmibirinci yüzyıl, büyük
umutlar ve büyük kutlamalar ile karşılanmıştı. Yapılan tüm değerlendirme ve
beklentilerde, barış önde gelmekte idi.BM Genel Kurulu, Eylül 2000’de, 189
üyenin katılımı ile; “gelişmiş
ülkelerle(GÜ) ile, gelişmekte olan ülkeler(GOÜ) arasında yakın bir işbirliğinin
oluşturulması”, “küresel yoksulluğun
azaltılması ve yaşam koşullarının iyileştirilerek sağlanması” amaçlı,
“Milenyum Kalkınma Hedefleri(MKH)” ni kabul etmiştir.
Bu küresel iyimserlik, çok
geçmeden tam bir karabasana dönüşmüştür. 11 Eylül 2001’de,ABD’nde iç sefer
yapan dört yolcu uçağı, El-Kaide üyesi 19 kkişi tarafından kaçırıldı. Amerikan
Airlines’in 11 sefer sayılı uçuşu ile, United Airlines’in 175 sayılı
uçuşu,New-York’taki Dünya Tucaret Merkezi’nin,sırası ile kuzey ve güney
kulelerine intihar dalışında bulundu. Kazırılan üçüncü uçak, American
Airlines’in 77 sefer sayılı uçuşu, Virginia Eyaletine bağlı Arlington County’deki ABD
Savunma Bakanlığı karargahı Pentagon’a
çarptı. Dördüncü uçak United Airlines’in 93 sefer sayılı uçağı ise, Washington
DC’yi hedeflemişti. Ancak yolcuların uçak korsanlarına yaptığı müdahale nedeni
ile Pensilvanya Eyaleti’ndeki Shanksville yakınlarına düştü.Bu saldırılar
sonrasında 19 uçak korsanı, 227 uçak yolcusu olmak üzere, toplamda 2.996 insan
yaşamını yitirmiştir.
Başlangıçta
saldırının sorumluluğunu kabul etmeyen El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin, 2004 yılında
yayımladığı video ile, saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Bin Ladin ile El
Kaide’nin peşine düşen ABD, birçok ülke ile birlikte, “Terörizmle Savaş” adı
verilen kampanya eşliğinde Afganistan ile savaşa girdi. Ladin Mayıs 2011’de bir
operasyonla öldürüldü.
Türkiye de,
yirmibirinci yüzyıla önemli siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarla girdi.
Yirminci yüzyılın son yılı olan 1999’un 28 Mayıs’ında, Ecevit’in başkanlığında,
DSP,MHP ve ANAP tarafından “uzlaşma
ve atılım hükümeti” olarak kurulan 57. TC Hükümeti; görev süresi içinde
yaşanan “2000 Türkiye Finansal Krizi”, 2001 Türkiye
Ekonomik Krizi” ve "Kara Çarşamba" olarak da
tarihe geçen Cumhuriyet tarihinin en büyük krizlerinden” ve Başbakan
Ecevit’in sağlık sorunlarından ve MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı
Bahçeli’nin önerisi üzerine, 31 Temmuz 2002’de
alınan erken seçim kararı gereğince sona ermişti. 3 Kasım 2002’de
yapılan genel seçimler, parlamento içindeki tüm partilerin parlamento dışında
kalması sonucunu verdi. Parlamento, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi parlamentoda
dışında kalmış olan CHP ve yeni kurulan AKP’den oluşmuştur. 18 Kasım 2002’de
Abdullah Gül başkanlığında kurulan 58. TC Hükümeti yeni bir dönemin de başlangıcını
oluşturmuş ve 2000’li yıllara damgasını vurmuştur.
AKP, 18 Kasım 2002’den başlayarak, günümüze
kadar 8 hükümet kurmuştur. Halen iş başındaki hükümet, 65 inci TC Hükümeti’dir.
Bu sekiz hükümetin ilkine Gül, izleyen üçüne Recep Tayyip Erdoğan, üçüne Ahmet
Davutoğlu başkanlık etmiş, sonuncusu olan günümüzdekine de Binali Yıldırım
başkanlık etmektedir.
Yirmibirinci yüzyıl, kürede olduğu gibi,
Türkiye’de de ekonomik ve siyasal krizle başlamıştır. Kurulduğundan bu yana,
kendi ülkesinde saldırıya uğramamış olan ABD’nin terör örgütü tarafından
kalbinden vurulması, kürenin yeniden biçimlendirilmesinin, bu nedenle “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”nin
yaşama geçirilmesinin işaret fişeği olmuştur. Türkiye’de ise, siyasal alt-üst
olmanın yanı sıra, buna eşlik eden ekonomik ve finansal kriz, laik,demokratik
Cumhuriyetin, “Ilımlı (küresel
efendilere uyumlu)İslam Cumhuriyeti Projesi”nin kurum ve
kurallaştırılmasının önünü açmıştır.
Yirmibirinci yüzyıl, hem küresel ve hem de
ülkesel temelde, kriz olgusunun yaratılması ve canlı tutulması ile, güçlü
liderliğin toplumlara benimsetilmesinin, boyun eğdirilmenin aracı olarak
kullanılmıştır.Bu bağlamda yirmibirinci yüzyılın ilk onaltı yılında,
demokratikleşme,giderek yerini otokratikleşmeye dönüşmüş, “başbuğculuk”, “Reisçilik”,
“Başkancılık” biçimine bürünmüştür.
AKP de, başlangıçtan bu yana, toplumu “güçlü liderliğine” razı etmek, boyun
eğdirmek için, kriz algısını yaratmış ve yürütmüştür. Ve tasfiye etmek,
saygınlığını param-parça etmek istediği her kurumu ve kuralı “kriz algısı”nın yaratılması konusunda
kullanmıştır. Krizin tarafları bazen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bazen
Milli Güvenlik Kurulu, bazen YÖK ve üniversiteler, Bazen CHP, bazen MHP, bazen
TSK, bazen PKK- PYD, bazen HDP, bazen Mısır’da yapılan Sisi Darbesi, bazen
Esad, bazen AB, bazen ABD, bazen Rusya, bazen Irak Yönetimi ve son olarak da
Gülen Hareketi(yargı kararı olmaksızın,yönetimsel kararla terör örgütü olarak
tanımlanan FETÖ) olurken, krizin üreticisi olarak da AKP ve O’nun her
zaman başkanı ve AKP Hükümetlerinin
sürekli başbakanlığını da dirençle sürdüren RTE olmuştur. Kriz algısı yaratma
girişimleri, yaratılmak istenilen algı açısından yararlı ve kullanılışlı olmuş
ve muhalefet partilerinin bile “güçlü
liderliğe” katlanmaları/kabullenmeleri ile sonuçlanmıştır.17-25 Aralık
2013’den sonra kriz algısının yaratılmasının odağıolarak hedef alınan Gülen
Hareketi, gizemi korunan 15 Temmuz 2016’daki “Yararlı Salaklar Hareketi” olarak, başarısızlığa mahkum silahlı kalkışma
ile doruk noktasına varmıştır. 15 Temmuz 2016 Kalkışmasına kadar ki kriz
üretimi, AKP’nin kendi tabanının konsolide olmasını sağlarken, 15 Temmuz 2016
Kalkışması, sıkça dillendirilen 241 şehit ve ikibini aşkın yaralı söylemi,tüm
toplumun güçlü liderlik çevresinde bütünleşmesine katkıda bulunmuştur “ Yenikapı Şenliği”, kürsüye arda arda
konuşmacı olarak çıkan Cumhurbaşkanı,Başbakan, CHP ve MHP Genel Başkanları ve
15 Temmuz’da gözetim altına alınan Genelkurmay Başkanı bu “konsolidasyonun”(!) yadsınmaz kanıtını oluşturmaktadır.(sürecek)
19 Ekim 2016 Çarşamba
15
Temmuz “Yararlı Salaklığı”nın üzerinden üç ayı aşkın bir zaman geçti.
Bitmez-tükenmez gözaltılar,tutuklamalar, etkin pişmanlık duyarak itirafçıların
pıtrak gibi fışkırması,ve yavaş yavaş uç veren Savcılık iddianameleri, hemen
hergün gündemimizin ilk sıralarında yer alıyor. Bu arada TBMM Komissyonu önünde
yapılan açıklamalar, “Yararlı Salaklılık Sorumluluğunun” nereden başladığı
konusunda da, 17-25 Aralık 2013’den öncesine işaret etmekte. FETÖ ile yapıldığı
ileri sürülen savaşımın ne denli içtenlikten uzak olduğunu ele veren ve Özgür
Mumcu tarafından kaleme alınan yazı,buna ilişkin canlı kanıtlıkları
gözlerimizin önüne sermekte. Yararlanacağınız ve algılarınızı
değişirebileceğini varsaydığım bu yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Esenlik
dileklerimle. Mustafa Altıntaş
ÖZGÜR MUMCU – Cumhuriyet, 19.10.2016
ÖDEME EMRİ
Zor durumda bırakıyorsunuz. Milletin adamını el âlemin önünde
sıkıntılara sokuyorsunuz. Nezaketinden, narinliğinden, iyi niyetinden sesini
çıkarmıyor. Siz de maşallah hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsunuz. Ama yetti
artık.
Sayın cumhurbaşkanımız yurtdışında Fethullah Gülen şebekesinin ne büyük ne şedit bir terör örgütü
olduğunu anlatıyor. Muhatabı muzır muzır tebessüm ediyor. Zaten baştan niyeti
bozuk. Üst akıldan talimatını almış, işi yokuşa sürmeye yer arıyor. Ah bir de
siz. Sizin yapıp ettikleriniz. Daha sayın cumhurbaşkanımızın cümlesini
tamamlamaya izin vermeden hemen o pis gülümsemelerinin arasından ıslık gibi bir
sesle itiraz ediveriyorlar.
Ama Sayın Erdoğan diyorlar, iyi hoş da bizzat sizin sözcünüz ve
danışmanınız İbrahim Kalın’ı biz cemaatin gazetesi Today’s Zaman’daki makalelerinden
tanıyoruz. Şimdi cemaatin senelerdir haince devlette örgütlendiğini
söylüyorsunuz. O vakit mesela neden sözcünüz eski bir cemaat yazarı?
Sayın cumhurbaşkanı son derece kibar bir insan. Sayın Kalın’a
bre sözcü sen ne aymaz bir ademmişsin ki gidip himmet paralarından maaş alarak
vatan hainlerinin gazetesinde yazılar döktürmüşsün diye çıkışmıyor. Susuyor
muhatabının karşısında. Dili lal oluyor. Üzülüyor. Yutkunuyor.
Konuyu değiştiriyor el mecbur. Harp okulları, harp
akademileri hepten cemaatçilerin eline geçmiş. Biz de onları kapattık, bir daha
zinhar cemaatçi sızmasın diye Milli Savunma Üniversitesi kurduk diye anlatıyor.
Zaten üst akılla evvelden kikirdeşmiş olan muhatabı durur mu. Hemen yine sözünü
bölüyor sayın cumhurbaşkanının. Efendim diyor, iyi hoş ama o üniversitenin
başına rektör diye koyduğunuz beyefendi senelerce cemaat gazetesinde köşe
yazarlığı yapmış. Bu nasıl bir tedbir?
Yine susuyor sayın cumhurbaşkanımız. Ah diyor içinden, ah çocuklar. Beni ne durumlara sokuyorsunuz. Değer miydi diyor, üç beş kuruş maaşa oralarda yazıp çizmek. Susuyor sayın cumhurbaşkanı. Konuyu değiştiriyor el mecbur. Biz diyor Meclis’te diyor komisyon diyor kurduk diyor darbeyi araştırsın diye diyor ki yine müsaade etmiyorlar ki konuşsun.
Yahu diye çıkışıyor namussuz frenk, bir kulağından diğerine pörsümüş çamaşır ipi gibi bağladığı sırıtışıyla. Komisyon başkanı seçtiğiniz AKP milletvekili senelerce cemaatin bütün kumpas davalarını savunarak kendine bir kariyer elde etmedi mi? Televizyonlarda cemaatçilerle kol kola darbeci subayların önünü açan davalar için kamuoyunu ikna etmeye çalışmadı mı?
Yine susuyor sayın cumhurbaşkanı. Ne desin. Sevdikleri, yakınları, etrafındakiler ah yahu sözcüsü bile... Cemaat gazetelerinden senelerce maaş alan AKP’liler. Cemaat okullarını gezmek için bedava bilet, bedava otel, bedava yemek paketiyle dünyayı gezmiş AKP’liler. Cemaatin kumpas davalarını bağıra çağıra savunmuş AKP’liler. Parti örgütlerinde Necip Fazıl’ın yanında Fethullah Gülen kitaplarını okutan AKP’liler. İstifa etmeyi bilmiyorsunuz ve sayın cumhurbaşkanını zora sokuyorsunuz. O kadarını anladık. Ancak bari bir terör örgütünün mesela darbeci generallerin maaşından kestiği himmetlerle zamanında banka hesabınıza yatırdığı maaşların hesabını verin.
15 Temmuz’da öldürülenlerin ailelerinin, yaralananların ciddi
maddi sorunları var. Bak AKP zabıtası 15 Temmuz gazisi tatlıcıyı evire çevire
dövdü. Vaktinde cemaatin himmetinden hesabınıza yatan maaşlarınızı 15 Temmuz’da
öldürülenlerin ailelerine, yaralananlara bağışlamak için neyi bekliyorsunuz?
Bu yazıyı bir ödeme emri gibi düşünün. İstifa edin demiyorum
zira o kadarını beceremezsiniz ancak cemaatten senelerce aldığınız parayı
hesaplayın ve darbecilerin kurşunlarına hedef olanlara ödeyin.
18 Ekim 2016 Salı
10 Ekim 2016 Pazartesi
Değerli
Paydaşlarım, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından AHMET TAN’ın 9 Ekim 2016 Pazar
günkü yazısını sizlerle paylaşarak, günümüzdeki siyasal aktörlerin
niteliklerine ilişkin bir saptamaya dikkat çekmek isterim. Ahmet Tan, yanısıra,
hemen her akşam evlerimize konuk ettiğimiz ve AKP ile RTE’nı ölesiye savunan
karı-kocalardan birinden de, Nagihan Alçı Kütahyalı’dan bir alıntı yaparak,
günümüzde el üstünde tutulanların dün diye yakın bir zamandaki
değerlendirmelerini ibretlik olarak sunuyor. İşin ilginç yanı, dünün
sövenlerinin,bugünün övenleri olması, onların her iki konumda da kazanmalarını
önlemiyor. Günümüzün değerlerini anlamak için uygun bir yazı. Bana, Namık Kemal’in
“Ne Utanmaz Köpekleriz” dizelerini anımsattı:
“Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hakk'tan da yardım bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz.
Biz bakmadan sağa sola
Düşman girdi İstanbul'a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
Dalkavuklukla irtikap
İşte etti bizi harap
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehiriz ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz
Gitme vatan kavgasına
Yetiş rütbe yağmasına
Daldık dünya sefasına
Ne utanmaz köpekleriz
Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun bok canına
Ne utanmaz köpekleriz “
Bugün,aynı zamanda
2015 in 10 Ekim’inde “Barış Çağrısı” için Ankara Garı önünde toplanan insanlara yönelik
olarak yapılan bombalı saldırıda yaşamdan kaportılan 107 insanımızı anmak ve
onların katillerini yönetenlerin bulunarak, hukuk devleti ilkeleri
doğrultusunda cezalandırılmasını haykırmaktayım. Geçen yıl 10 Ekim 2015’de,aynı
saatte, ben de, Ankara-Sıhhiye Meydanında,gelecek barışçıları beklemekteydim.
İnadına barışı istememiz ve bunun için çabalarımızı birleştirmemiz
gerekmektedir. Ancak, siyasal iktidar,olaganüstü hali gerekçe göstererek,
çocuklarını,kardeşlerini,eşlerini,yoldaşlarını yitirenlere, güvenlik içinde “anma
görevlerini” yapmaları fırsatını verme yerine, anma girişimlerini şiddetle
bastırmak için, kentin tümünde yaşamın durdurulmasını göze alabilmekte. Bu kafa
yapısı ile, toplumsal barışımızın sağlanmasının da, birbirimizin acısını
paylaşarak azaltmanın da mümkün olmadığını yaşayarak görmekteyim. Yasakçı
Ankara Valisi, acılarını paylaşmak, yaşamdan kopartılanlardan bağışlanma
dileklerini iletmek ve “inadına barış” dileklerini yinelemek isteyen
kurbanların yakınları ile alay edercesine, yanına aldığı kimi kamu görevlilerle
güya anma gerçekleştiriyor. Yazık ki yazık. Bursa’da, Ankara Garı önündeki
güvenlik gücü eliyle sergilenen şiddeti, kurbanların yakınlarına anma fırsatını
bile vermeyenleri kınıyorum.
Dün de, yine
Türkiye’nin kanaması sürdü. Şemdinli-Yüksekova karayolu üzerinde bulunan Durak
2.Hudut Bölüğü’ne 150 metre uzaklıktaki yol kontrol noktasında intihar dalışı
yapan kamyonetin patlatılması ile onu asker olmak üzere 18 insanımız yaşamdan
kopartıldı. 27 insanımız da yaralı. Bu türden insan kırımlarını önlemekle
görevli olanların, yaşamdan kopartılanların sayısına bağlı olarak
yükselttikleri kınamaların ciddiye alınır yanı kalmamıştır. Bu kontrol
noktasında, örneğin havaalanı girişlerindeki kontrol noktalarına girişi
yavaşlatmak amaçlı olarak kurulan çapraz engeller neden oluşturulmaz? Neden, bu
türden saldırıları önlemekle görevli olanların aklına istifa gelmez yada
azilleri düşünülmez?
Çözüm için, çözümsüzlük
üreten, öç duygusu ile şiddeti azdırmak yerine, kalıcı barışı sağlamanın
yolları neden zorlanmaz? Yoksul ana ve babalarının umutları olan “kınalı kuzularının”
önünde saygı ile eğilirken, onlardan, yoksul ana ve babalarından bizleri
bağışlamalarını isterken, şiddetin sonlandırılması için herkesi “inadına barış”
çağrısına çağırıyorum.
“Beter mi ‘better’
mi?
09 Ekim 2016 Pazar
“Better”, İngilizce “daha iyisi” demek. Ama
liderlerin daha iyisi yok. Daha kötüsü yani,“beterin beteri” var!
En beteri de, avam olanı... Dünyada o kadar beter lider var ki.. Bizimki yine de ve sahiden Asrın Lideri! Mesela bir Filipinler Devlet Başkanı Duterte var ki.. Daha kötüsü düşman başına.
Obama kendisi için, “Yargısız infazlar yapıyor!” dedi diye, “Obama o... çocuğudur!”diye demeçler verip duruyor!
Bizimkinin Allah’ı var. Kendisine neler söylendi ve söyleniyor.. Tövbe tövbe, ağzını bir kere bile bozmadı. Çünkü “gayri kabili kıyas” sağlam bir adap - edep kültürü ve aile terbiyesi var.
Bu yüzden de çok şükür kimsenin aklına “Harama uçkur çözdü!” diye iftira atmak gelmedi. (Bir ara gerçi, FETÖ melunu, onu da denedi. Ama, tutmaz diye, caydı!)
Allah saklasın, suikast ve kasetli kumpas dahil ailece maruz kalmadığı kaza bela kalmadı. Yine de kimi başka liderler gibi “sinkaflı” konuştuğuna tanık olan hâlâ yok. Üstelik Yaver’inden, Fuat Avni’ye her yanı “Kuş ve FETÖ zulası” olduğu halde...
En beteri de, avam olanı... Dünyada o kadar beter lider var ki.. Bizimki yine de ve sahiden Asrın Lideri! Mesela bir Filipinler Devlet Başkanı Duterte var ki.. Daha kötüsü düşman başına.
Obama kendisi için, “Yargısız infazlar yapıyor!” dedi diye, “Obama o... çocuğudur!”diye demeçler verip duruyor!
Bizimkinin Allah’ı var. Kendisine neler söylendi ve söyleniyor.. Tövbe tövbe, ağzını bir kere bile bozmadı. Çünkü “gayri kabili kıyas” sağlam bir adap - edep kültürü ve aile terbiyesi var.
Bu yüzden de çok şükür kimsenin aklına “Harama uçkur çözdü!” diye iftira atmak gelmedi. (Bir ara gerçi, FETÖ melunu, onu da denedi. Ama, tutmaz diye, caydı!)
Allah saklasın, suikast ve kasetli kumpas dahil ailece maruz kalmadığı kaza bela kalmadı. Yine de kimi başka liderler gibi “sinkaflı” konuştuğuna tanık olan hâlâ yok. Üstelik Yaver’inden, Fuat Avni’ye her yanı “Kuş ve FETÖ zulası” olduğu halde...
Amerikan Başkan
Adayı Donald Trump’a bakar mısınız?
Dün ortaya çıkan kasete göre evli bir kadınla olan ilişkisi ile övünüyor.
Acaba FETÖ, kasetçi birliklerini, Demokratlara destek için oraya da mı sevk etti.
Dünya gündemine giren o kasette, kadınları ayartma ile ilgili sırlar veriyor. Kadınların, zengin ve popüler erkeklere daha kolay yaklaştığını anlatıyor.
Bizimki için de “dünyanın en zengin liderlerinden” diye şayia çıkmıştı.
“Popülerliği” ise şayia değil. Uzun süredir popülerlikte Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Rusya’da üstüne yok.
Her türlü melaneti yapabilen FETÖ, bu konuda bir edepsizlik sergileyemiyor.
Can sıkıntısından, öyle anlaşılıyor ki bu kez Amerikan seçimlerine yöneldi.
Kumpasını bu kez “Müslümanları ülkeye sokmayacağım!” diyen Trump’a çevirdi.
Zaten Hillary Clinton’ı desteklediği biliniyor.
Yaptığı milyon dolarlara ulaşan yardımları ABD gazetelerine de yansımıştı.
Belli ki “hizmet”in “hizmetkârlığı” bir kez de kaset servisi üzerinden yüreyecek. En kârlısı o!
Seçimlere üç hafta kala servise sokulan kasete göre Trump kadınları aşağılayan, cinsellik objesi olarak gören birisi. Gerçi anında özür dilemeye yöneldi.
Ama kendisinin avam birisi olduğuna dair kanaati silmesi çok zor. Ama yine de mümkün.
Çünkü bizde yaşandı böylesi.
Erdoğan da kimilerine göre tıpkı Trump gibi, “pek avam” birisi idi.
Kendisi için kimler, neler neler yazmıştı.
FETÖ sanığı olarak şu sırada hapiste olan Nazlı Ilıcak, bir TV programında Erdoğan’ı eleştirdiği için kendisini eleştiren Alçı’ya öfke ile şöyle bağırmıştı:
“Bak Nagehan beni bazı şeylere zorlama... Sen de 2009’da çıkan bir yazında başbakanı çok ağır şekilde eleştiriyordun!”
Sahi neydi o yazı?
“Şahsen Tayyip Erdoğan beni utandırıyor. Seçtiği bayağı kelimeler yüzümü kızartıyor. Ve bu ülkeye aidiyet hissimi zayıflatıyor! Entelektüellik kırıntısı bulunmayan, kaba ve cahil üslubu, ‘delikanlılık’ kavramı ile kurduğu sağlıksız ilişkinin ürünü.. (...) Tarifi zor bir ‘erkek zorbalığı’ çöktü ülkenin üzerine. Ataerkil sistemin kat kat katmerlediği kalıplar öyle büyüdü ki başka hiçbir şeye yer kalmadı sanki. Boğuluyoruz. ‘Dayılanma’ kültürü bir canavar gibi dört bir yanı sarıyor!” (N. Alçı, 11 Mart 2009, Akşam)
Dün ortaya çıkan kasete göre evli bir kadınla olan ilişkisi ile övünüyor.
Acaba FETÖ, kasetçi birliklerini, Demokratlara destek için oraya da mı sevk etti.
Dünya gündemine giren o kasette, kadınları ayartma ile ilgili sırlar veriyor. Kadınların, zengin ve popüler erkeklere daha kolay yaklaştığını anlatıyor.
Bizimki için de “dünyanın en zengin liderlerinden” diye şayia çıkmıştı.
“Popülerliği” ise şayia değil. Uzun süredir popülerlikte Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Rusya’da üstüne yok.
Her türlü melaneti yapabilen FETÖ, bu konuda bir edepsizlik sergileyemiyor.
Can sıkıntısından, öyle anlaşılıyor ki bu kez Amerikan seçimlerine yöneldi.
Kumpasını bu kez “Müslümanları ülkeye sokmayacağım!” diyen Trump’a çevirdi.
Zaten Hillary Clinton’ı desteklediği biliniyor.
Yaptığı milyon dolarlara ulaşan yardımları ABD gazetelerine de yansımıştı.
Belli ki “hizmet”in “hizmetkârlığı” bir kez de kaset servisi üzerinden yüreyecek. En kârlısı o!
Seçimlere üç hafta kala servise sokulan kasete göre Trump kadınları aşağılayan, cinsellik objesi olarak gören birisi. Gerçi anında özür dilemeye yöneldi.
Ama kendisinin avam birisi olduğuna dair kanaati silmesi çok zor. Ama yine de mümkün.
Çünkü bizde yaşandı böylesi.
Erdoğan da kimilerine göre tıpkı Trump gibi, “pek avam” birisi idi.
Kendisi için kimler, neler neler yazmıştı.
FETÖ sanığı olarak şu sırada hapiste olan Nazlı Ilıcak, bir TV programında Erdoğan’ı eleştirdiği için kendisini eleştiren Alçı’ya öfke ile şöyle bağırmıştı:
“Bak Nagehan beni bazı şeylere zorlama... Sen de 2009’da çıkan bir yazında başbakanı çok ağır şekilde eleştiriyordun!”
Sahi neydi o yazı?
“Şahsen Tayyip Erdoğan beni utandırıyor. Seçtiği bayağı kelimeler yüzümü kızartıyor. Ve bu ülkeye aidiyet hissimi zayıflatıyor! Entelektüellik kırıntısı bulunmayan, kaba ve cahil üslubu, ‘delikanlılık’ kavramı ile kurduğu sağlıksız ilişkinin ürünü.. (...) Tarifi zor bir ‘erkek zorbalığı’ çöktü ülkenin üzerine. Ataerkil sistemin kat kat katmerlediği kalıplar öyle büyüdü ki başka hiçbir şeye yer kalmadı sanki. Boğuluyoruz. ‘Dayılanma’ kültürü bir canavar gibi dört bir yanı sarıyor!” (N. Alçı, 11 Mart 2009, Akşam)
***
Trump
için de Amerika’da “Seçtiği bayağı kelimeler yüzümü
kızartıyor. Bu ülkeye aidiyet hissimi zayıflatıyor!” diyen
var mıdır?
Sanmayız. Nagehan gibi nadide nebatlar sadece bizde yetişiyor. O yüzden de özel konuk olarak hep el üstünde tutuluyor. Asrın Lideri nezdinde bile!”
Sanmayız. Nagehan gibi nadide nebatlar sadece bizde yetişiyor. O yüzden de özel konuk olarak hep el üstünde tutuluyor. Asrın Lideri nezdinde bile!”
2 Ekim 2016 Pazar
Dostlarım,
Bizim
insanlarımız ve ondan bir parça olan yöneticilerimiz de çok ilginç. İnsanlarımız,
aynı konuda övgü yada sövgüyü alkışlar yada yuhalarken, yöneticilerimiz de, aynı
konuda övgü yada sövgü düzmeyi de becerebiliyorlar. Söyleyenin de, dinleyenin
de, bu denli karşıtlığı bir arada becermelerinin nedeni bilisizlik/cehalet ve
halkın balık bellekli olduğuna ilişkin güven olmalıdır. Son günlerin tartışma
konusu, Lozan olarak Cumhurbaşkanı RTE tarafından, “bayram değil,seyran
değil,eniştem beni neden öptü?” denecek biçimde ortaya atıldı. Sakın ola ki, bu
ortaya atışın, bir bilimsel tarih kongresinde olduğu aklınıza gelmesin. Cumhurbaşkanı, karşısına, ilgi ve ilişkisini
sürdürdüğü parti örgütünün belirlediği muhtarlara attığı nutukta Lozan’ı halka “yutturulan zafer”
olarak tanımlayarak, bu konuda çoktan beri “Lozan’ın zafer mi,yenilgi mi” olduğu konusunu kafalarına takan
muhtarlara ışık tutmuş oldu. Daha dünlerde kanka düzeyinde birliktelik
sergilediği FG’in kendisini kandırdığını itiraf edip, Tanrının ve ulusun
bağışlamasına sığınırken, bu kez, Türkiye Devleti’nin nin tapu senedi belgesinin
elde edilişini,bir ulusal başarı olarak kutlama aymazlığına düşen halkı,bu
aymazlıktan kurtarma çabasına girdi. İşin ilginç olan yanı ise,
Cumhurbaşkanının 24 Temmuz 2016’da Lozan’a
övgülerini alkışlayan necip halkımız, Lozan’a yönelik sövgüyü de,bu kez mahalle
ve köyünün muhtarı olan temsilcileri aracılığı ile alkışladı. Şimdi büyük
bir merakla 2017 yılının 24 Temmuz’unu
beklemeye başladım. İki ay içinde hem övgüye ve hem de sövgüye konu kılınan 24
Temmuz 1923, 2017’de nasıl bir değerlendirmeye konu kılınacak?
Ulusun
birlik ve bütünlüğünü savunmak üzerine yemin etmiş Cumhurbaşkanı,bölündürme
konuları yetmezmişçesine, bu kez de, toplumumuzu Lozan Yandaşları ve Lozan
karşıtları olarak da yeni bir bölünme sürecine sürükleme başarısını göstermiş
oldu. Derlediğim aşağıdaki yazılar, bu konudaki bölünmeleri belki de
bütünleştirici işlev görecek ve derin bilisizliğimizi giderici etki
yaratabilecektir. Bunları sizlerle paylaşmak istedim. Esenlik dileklerimle.03.10.2016
Mine G.Kırıkkanat – Cumhuriyet
Gazetesi,02.10.2016
Devletin İntiharı
İHL’lerde
felsefe ve mantık okutulmadığı için ne Lozan’daki gibi müzakere yapabilecek,
zaten ne de fikir çatışması nedir, nasıl kazanılır hiç mi hiç bilmedikleri ona
buna “kandırıldık, aldatıldık” itiraflarından
belli; hayatları üç verdim, beş aldımla sınırlı ticari pazarlıktan ibaret
cahillere Lozan’da kazanılan kutsal davanın önemini anlatacak değilim. Çünkü
Türkiye’yi var iken yok edenler, yoktan var etmek ne demektir, kavrayamazlar. Onların
anlayacağı basitlikte olmasını umarak, yalnızca şunu söyleyeceğim:
Aldığınız,
verdiğiniz üç beş milyon paralar gibi, üç beş milyon kelleyi de bir araya
toplayıp biz devlet kurduk, dersiniz. Para basar, bayrak falan da dikersiniz.
Ama kurduğunuz devleti uluslararası camia resmen tanımazsa, devlet olamazsınız.
Dünya bankalarından bolca kullandığınız kredileri, borçları alamaz; borsaydı,
finanstı, sıcak para akışıydı falan, hava alırsınız. Biçare Filistin gibi olur,
onun bunun himayesine muhtaç kalır, sadakasına avuç açarsınız, kapiş?
***
Artık yıkımı durdurmak için çok geç olmakla
birlikte, Türkiye’nin nasıl çöktürüldüğünü gören ve anlayanlara doğru sözlerle
bir saptama yapmak içinse, şöyle söyleyebilirim:
Lozan
Antlaşması, sizlerin bildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu akti;
meşruiyeti dünya tarafından resmen tanınan devlet olabilme belgesidir. Devletin
kurucu aktini hezimet gibi gösterip tartışmaya açmak, meşruiyetinin inkârıdır. Meşruiyeti
bizzat yönetenler tarafından inkâr edilen bir devlet de ya intihar ediyor ya da
ettiriliyor, demektir! Dünyadan ve dost ellerimizden bir kuyrukluyıldız
parlaklığıyla kayıp giden Memet Baydur, Türkçenin evrensel değerde tiyatro yazarlarından biriydi. Her
eseri felsefi bir çağrıydı, son piyesi ise sanki bugünler için yazılmış bir
kehanet olup “Lozan” başlığını
taşıyordu.
***
Tiyatroları kapatanlardan, elbette Lozan
piyesini görmüş, duymuş olmaları beklenemez. Oysa Memet Baydur, onların neler
yapacağını öngörmüştür yazdığı oyunda... Müzakerelerin ilk
evresinde Türk delegasyonundan Numan ve Nadiryan beylere
hitaben konuşturduğu İsmet Paşa’ya şöyle söyletir:
“Yıllarca sonra içimizde bile hâlâ Sevr’i savunan şaşkınlar, ebleh hainler olduğunu görüp kederleneceğiz. Ama şimdi buradayız. Çalışalım!
“Yıllarca sonra içimizde bile hâlâ Sevr’i savunan şaşkınlar, ebleh hainler olduğunu görüp kederleneceğiz. Ama şimdi buradayız. Çalışalım!
” Lozan
piyesinde, dekorun en önemli öğesi devasa boyutlarda bir Sevr vazosudur.
Felsefe, mantık, edebiyat, tiyatro, resim, heykel cahilleri bilmezler, ama Lozan Antlaşması’nın iptal ettiği Sevr Antlaşması’nın işgal güçleri tarafından imzalandığı Sevres, dünyada en değerli porselenlerin imal edildiği bir Fransız kentidir ve Sevr vazoları, krallık tarihleri yazmıştır.
Felsefe, mantık, edebiyat, tiyatro, resim, heykel cahilleri bilmezler, ama Lozan Antlaşması’nın iptal ettiği Sevr Antlaşması’nın işgal güçleri tarafından imzalandığı Sevres, dünyada en değerli porselenlerin imal edildiği bir Fransız kentidir ve Sevr vazoları, krallık tarihleri yazmıştır.
***
Lozan’ın ilk perdesinde bir kenarda duran Sevr
vazosu, oyun ilerledikçe öne çıkar. İsmet Paşa, müzakereler sırasında Sevr
vazosuna sanki Türkiye’yi parçalayan antlaşmayı sarsıyormuş gibi bir şaplak
atıp çıkar sahneden.
Oyunun son perdesinde, vazo sahnenin tam ortasında, bir masanın üstünde durmaktadır.
Oyunun son perdesinde, vazo sahnenin tam ortasında, bir masanın üstünde durmaktadır.
İsmet Paşa, konuşur: “Bakın çocuklar, adamlar bizim bu anlaşmanın sonuçlarına layık olacağımıza inanmıyorlar. Savaştan çıkmış, yanmış, yıkılmış bir ülke... Kısazamanda onlara avuç açacağımızı, burada bütün kazandığımızı birkaç yıl içinde yitireceğimizi sanıyorlar. Bizi uygar değil, ilkel görüyorlar.
Bizler, herkese bunun böyle olmayacağını kanıtlayacağız!
Bundan böyle... Kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak ama...olacak!
Haydi gidelim beyler. Memlekette yapılacak işlerimiz var.”
Bizler, herkese bunun böyle olmayacağını kanıtlayacağız!
Bundan böyle... Kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak ama...olacak!
Haydi gidelim beyler. Memlekette yapılacak işlerimiz var.”
***
Türk delegasyonu sahneden çıkmaya başlar. İsmet
Paşa, masanın üstündeki Sevr vazosuna bu kez okkalı bir şaplak indirir. Numan
ve Nadiryan yetişemeden Sevr vazosu yere düşer, paramparça olur. Müzik artar,
sahne kararır ve perde iner.
Ey cahiller!
Sevr vazosu, edebiyat, felsefe, tiyatro nedir, müzakere nasıl yapılır bilmeyen ve zaten devlet temsiliyetini görgüsüz şatafat, meşruiyetini de baskı, zulüm ve zorbalık sanan sizler; Türkiye’yi savaşmadan viran, insanlarını birbirine düşman, halkını esir düşmeden hapislere tutsak ettiniz.
Sevr vazosu, edebiyat, felsefe, tiyatro nedir, müzakere nasıl yapılır bilmeyen ve zaten devlet temsiliyetini görgüsüz şatafat, meşruiyetini de baskı, zulüm ve zorbalık sanan sizler; Türkiye’yi savaşmadan viran, insanlarını birbirine düşman, halkını esir düşmeden hapislere tutsak ettiniz.
Siz varken düşmana ihtiyaç yok.”
Ahmet Tan – Cumhuriyet,02.10.2016
Çok Ciddi Bir Çağrı !
Çok şükür, Cumhurbaşkanı’na
hakaret suç. 4 yıla kadar cezası var.
Ama yasalarımıza göre “cumhurbaşkanını ciddiye almamak” suç değil...
Hele söylediklerine metelik vermemek hiç değil.
Oysa ne halkımız ne de muhalefet bu nimetin farkında değil.
T.C. yurttaşları ise bu bu emsalsiz nimetten yararlanmıyor. Memurundan işçisine, emeklisinden işsizine halkımız onun söylediklerini ciddiye alıp üzüm üzüm üzülüyor!..
Cumhurbaşkanımız de çenesine sağlık, 5 vakit namazını eda eder gibi Allah’ın her günü konuşuyor.
Rahmetli Demirel “Konuşan Türkiye” demişti. Tayyip Bey, ülkeyi toptan devraldığına inandığından Türkiye adına kendisi konuşuyor. Konuşmak, yazmak isteyenlerin de başı belaya giriyor.
Ama yasalarımıza göre “cumhurbaşkanını ciddiye almamak” suç değil...
Hele söylediklerine metelik vermemek hiç değil.
Oysa ne halkımız ne de muhalefet bu nimetin farkında değil.
T.C. yurttaşları ise bu bu emsalsiz nimetten yararlanmıyor. Memurundan işçisine, emeklisinden işsizine halkımız onun söylediklerini ciddiye alıp üzüm üzüm üzülüyor!..
Cumhurbaşkanımız de çenesine sağlık, 5 vakit namazını eda eder gibi Allah’ın her günü konuşuyor.
Rahmetli Demirel “Konuşan Türkiye” demişti. Tayyip Bey, ülkeyi toptan devraldığına inandığından Türkiye adına kendisi konuşuyor. Konuşmak, yazmak isteyenlerin de başı belaya giriyor.
***
Kurtuluş yeni seçim değil. Daha kestirme bir
çıkış var:
Partisine (yani eski partisine!) oy vermeyenler kendisine kulak vermesin. Ülkeyi bu halkı gerçekten seviyorsa vermesin!
Cumhuriyetin şanlı tarihine değer veriyorsa, çoluk çocuğuna ve daha da önemlisi kendi ruh sağlığına önem veriyorsa sözlerini artık ciddiye almasın...
En kısa konuşması 45 dakika.
Yazık değil mi oradan buradan toplanmış kim oldukları, ne oldukları belirsiz danışmanların yazdığı insicamsız, izansız, tutarsız metinleri dinlemek için harcanan zamana!
Partisine (yani eski partisine!) oy vermeyenler kendisine kulak vermesin. Ülkeyi bu halkı gerçekten seviyorsa vermesin!
Cumhuriyetin şanlı tarihine değer veriyorsa, çoluk çocuğuna ve daha da önemlisi kendi ruh sağlığına önem veriyorsa sözlerini artık ciddiye almasın...
En kısa konuşması 45 dakika.
Yazık değil mi oradan buradan toplanmış kim oldukları, ne oldukları belirsiz danışmanların yazdığı insicamsız, izansız, tutarsız metinleri dinlemek için harcanan zamana!
***
Dün yine binlerce 45 dakikamızdan biri daha
heba oldu!
“Camdan nutuk eda etme farizası”nı bu kez TBMM’de yerine getirdi.
Bu arada, çok hayati bir kararını parti liderlerine ve vekillere bizzat tebliğ etmiş oldu. “
Makamının ve mekânının yıpratılma çabaları” artık geride bırakılmalıdır.
Bu açıkça Recep Tayyip Erdoğan ile “Saray”ın (pardon Külliye’nin) “Bütünleştiği”nin ilanıdır.
“Saray”a, bundan sonra “kaçak” demek cumhurbaşkanına hakaret sayılacaktır.
İçinde cami de bulunduğuna göre, Külliye’ye dil uzatmak da “cehennemlik günah”olacaktır. (Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesine bakar.)
“Camdan nutuk eda etme farizası”nı bu kez TBMM’de yerine getirdi.
Bu arada, çok hayati bir kararını parti liderlerine ve vekillere bizzat tebliğ etmiş oldu. “
Makamının ve mekânının yıpratılma çabaları” artık geride bırakılmalıdır.
Bu açıkça Recep Tayyip Erdoğan ile “Saray”ın (pardon Külliye’nin) “Bütünleştiği”nin ilanıdır.
“Saray”a, bundan sonra “kaçak” demek cumhurbaşkanına hakaret sayılacaktır.
İçinde cami de bulunduğuna göre, Külliye’ye dil uzatmak da “cehennemlik günah”olacaktır. (Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesine bakar.)
***
Cumhurbaşkanı’nın sözleri ruh sağlığı ve
ülkenin huzuru için ciddiye alınmamalıdır. Kendisinin de ciddiye aldığı
kuşkulu. Konuşmaları yazan danışmanların hiç ciddiye almadığı ise kesin.
Geçen mübarek cuma günü, camlara “Lozan’ı bize zafer diye yutturdular!” diye yazmışlar.
O da bu sözleri aynen tekrarladı.
Oysa tam 66 gün önce de şöyle demişti:
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile tescil edilmiştir. Bu anlaşma yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.” (24 Temmuz 2016)
FETÖ darbe girişiminin 9. günüydü.
Acaba o metni “Yurtta Sulh Konseyi”ne bağlı bir danışman mı yazmış ve cama aktarmıştı?
Geçen mübarek cuma günü, camlara “Lozan’ı bize zafer diye yutturdular!” diye yazmışlar.
O da bu sözleri aynen tekrarladı.
Oysa tam 66 gün önce de şöyle demişti:
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile tescil edilmiştir. Bu anlaşma yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.” (24 Temmuz 2016)
FETÖ darbe girişiminin 9. günüydü.
Acaba o metni “Yurtta Sulh Konseyi”ne bağlı bir danışman mı yazmış ve cama aktarmıştı?
***
48 saat önce de “Lozan’ı bize zafer diye yutturdular!” dedi kestirdi attı. Başta benim
büyük hala, bu lafı ciddiye alıp buna üzüm üzüm üzülen üzülene!
Oysa, en taze “yutturmacacı” kendisi!
Daha 66 gün önce “Lozan zaferdir. Devletimizin tapusudur!” dediğini unuttuysa durum vahim. Unutmadıysa daha da vahim.
O gün o sözlerini ciddiye alıp sevinmeyenler elbette, önceki günkü “yutturdular!”sözlerine de üzülmemişlerdir.
Oysa, en taze “yutturmacacı” kendisi!
Daha 66 gün önce “Lozan zaferdir. Devletimizin tapusudur!” dediğini unuttuysa durum vahim. Unutmadıysa daha da vahim.
O gün o sözlerini ciddiye alıp sevinmeyenler elbette, önceki günkü “yutturdular!”sözlerine de üzülmemişlerdir.
***
Bir ara da “Türkçeyi yetersiz diyenler dil ırkçıdır!” buyurmuştu. Ardından bir süre
geçti. Bilimsel bir toplantıda da çıkıp “Türkçe, felsefeye uygun değil!” dedi.
En doğrusu “Anayasal nimet”ten yararlanmak, söylediklerini hiç ciddiye almamak!
En doğrusu “Anayasal nimet”ten yararlanmak, söylediklerini hiç ciddiye almamak!
Baskın
Oran – Cumhuriyet,02.10.2016
Lozan’ın
Şehir Efsaneleri
Türkiye
Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kuruldu. Bu, rejimdir. Türkiye Devleti ise üç ay
önce, 24 Temmuz 1923’te Lozan’ı imzalayınca kuruldu. Bu kurucu metin hakkında
Sayın Cumhurbaşkanı’nın yanı sıra ağzı olan herkes epey eğlendirici şeyler
üretiyor. Bunların kaynağı: Bir kısmı bilgisizlik. Bir kısmı, ulusalcılık
elbisesi altında Batı düşmanlığı. Bir kısmı da Türkiye’nin komşu ülkeleri işgal
etmesini savunan yayılmacı zihniyet. Çok kısaca özetleyeyim.
Klasik
efsaneler
1) “Lozan’da
sadece Ermeni, Rum ve Musevilere haklar getirilmiştir.” Tabii ki yanlış. Bütün
“gayrimüslimler”e getirilmiştir. 143 maddelik Lozan’ın hiçbir yerinde bu üç
azınlığın adı hak grubu olarak geçmez. Sadece “gayrimüslimler” geçer.
2) “Lozan’da sadece
gayrimüslimlere haklar getirilmiştir”. Tabii ki yanlış. “Azınlıkların Hakları”
başlıklı Kesim III’te gayrimüslimler dışında daha üç gruba haklar
getirilmiştir: a) “Türkçeden başka dil konuşan T.C. vatandaşları”, b) “Bütün
T.C. vatandaşları”, c) “Türkiye’de oturan herkes”. (Çünkü bu Kesim’de sadece
azınlık hakları değil, insan hakları da getirilmiştir; bkz. benim Türkiye’de
Azınlıklar s. 72-74).
3) “1926’da Medeni
Kanun çıkınca bazı gayrimüslimler Lozan’daki haklarından feragat etmişlerdir”.
Tabii ki yanlış. Bu hukuken mümkün olmadığı gibi, sekiz devletin imzaladığı bir
uluslararası barış antlaşmasındaki haklar bireyler tarafından değiştirilemez.
4) “Lozan’da o
dönemde geçerli üçlü kriterden (ırk, dil, din) sadece din kriteri kabul
edilmiştir.” Tabii ki yanlış. “Din” kriteri de kabul edilmemiş, uluslararası
güvence altında hak sahibi azınlık olarak sadece “gayrimüslimler” kriteri kabul
edilmiştir. Din kabul edilseydi, bizzat görüşmeleri yürüten Dr. Rıza Nur’un
açıkça yazdığı gibi, Aleviler de uluslararası güvenceye sahip olacaklardı.
5) “Lozan Md. 45
Yunanistan’la mütekabiliyet maddesidir.” Tabii ki yanlış. Paralel yükümlülük
sahibi iki taraftan biri hak vermekten vazgeçerse öbür taraf onu taklit edemez.
Mütekabiliyet insan haklarında yasaktır (1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku
Sözleşmesi, Md. 60/5).
6) “Lozan bir
hezimettir”. Tabii ki yanlış. Bir kere, her şeyi ak-kara gören kafaların bir
mahsulü. İkincisi, her barış antlaşması bir savaşı bitirir oysa Lozan iki
savaşı bitirmiştir: Türklerin yenildiği Birinci Dünya Savaşı’nı ve Türklerin
yendiği Kurtuluş Savaşı’nı. Bu sebeple, bir uzlaşmadır. Ama zafer yönü daha
ağır basan bir uzlaşma. Çünkü hem ikinci savaş zaferle sonuçlanmıştır, hem de o
sırada büyük devlet İngiltere’nin başı derttedir (“Oğullarımızı derhal terhis
edin” kampanyaları, İrlanda sorunu, Fransa ve İtalya’yla sürtüşmeler, vs.) ve
bir an önce barış yapmak istemektedir.
Daha
‘modern’ efsaneler
Kitaplarda-makalelerde
görülen bu hataların yanı sıra, çocukluğundan beri “Sen sus bakiim!”le
büyütülen vatandaşlar internet çıktığından beri kendilerini kapıp koyuverdiler,
sanal âlemde küçük birer fırtına oldular:
1) “Lozan 100 yıl
için yapıldı, 2023’te kendiliğinden sona erecek.” Lahavle! Hadi, bunu
internette dolaştıranlar Lozan’ın 1923’te yapıldıktan sonra 5 Eylül 1924’te
Milletler Cemiyeti’nde tescil edilmiş çok taraflı bir uluslararası barış
antlaşması olduğunu bilmiyorlar. Ama insan düşünmez mi yahu; ticaret, savunma,
dostluk vs. gibi antlaşmalarının aksine, bir savaşı bitiren barış
antlaşmalarının süresi falan olmaz; olsaydı savaş yeniden başlardı! Bu internet
silahşörleri Lozan’ı süpermarket ürünlerinin “raf ömrü”yle karıştırıyor
olmalılar.
2) “Lozan’ın gizli
maddeleri var.” Lahavle! 1923’ten beri imzacı sekiz devletin büyük başarıyla
sakladıkları bu gizli maddelerin neler olduğu büyük bir ulusal ve uluslararası
merak konusu olsa gerek. Bu fasılda en çok, bu esrarengiz maddelerin, bor ve
petrol gibi stratejik doğal kaynakları aramamızı ve işletmemizi 2023 yılına
kadar engellediğinden bahsedilmekte. Oysa Türkiye bütün bu madenleri en baştan
bu yana aramakta ve işletmekte.
3) “Musul ve
Kerkük, şu veya bu şekilde Irak dışında bir devletin egemenliğine geçerse, o
zaman Türkiye’nin ilhak hakkı doğar.” Lahavle! Bunu söyleyenler Musul’u ilhak
heveslisi olmanın yanı sıra, bir olasılıkla Musul- Kerkük’ü Nahcivan’la
karıştırmaktalar. Ama Nahcivan konusunda da Türkiye’nin böyle bir hakkı
kesinlikle yok (1921 Moskova Antlaşması Md. 3).
4) “ABD, Lozan’ı onamayı reddetti.” Lahavle! ABD Lozan Barış
Konferansı’na sadece “gözlemci” sıfatıyla katıldı; nasıl onasın veya reddetsin?
Bir yerden duydukları, Türkiye ile ABD arasında Lozan kentinde 6 Ağustos
1923’te imzalanan ve 1917’den beri kesik olan diplomatik ilişkileri yeniden
kurmayı amaçlayan ikili anlaşma. Bu anlaşma ABD Senatosu’nda gerekli üçte iki
çoğunluğu sağlayamadığı için reddedilmiş oldu. T.C.-ABD diplomatik ilişkileri
17 Şubat 1927’de imzalanan yeni bir anlaşmayla tesis edildi. Hani ne diyorlar
ya, “Ağzı olan konuşuyor”. Lozan için özellikle böyle.
_______________________________________________________
Nuray Mert – Cumhuriyet, 03.10.2016
Mesele Lozan Değil!
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, II. Abdülhamit, Sultan Vahdettin, Lozan, Birinci Meclis gibi konular tarihle hesaplaşma değil,
uzun bir siyasi hesaplaşmanın kodları olarak sürekli gündeme geliyor. Tam da bu
nedenle, tartışma “hezimet” ve “zafer”tabirleri çerçevesinde gelişiyor. Cumhuriyet Türkiyesi, Lozan
Antlaşması üzerine kurulmuş, resmi ideoloji de doğal olarak, Lozan’ı “zafer”
olarak tanımlamıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana onca zaman geçti, bu
zaman zarfında resmi ideolojinin de, tarihsel olayların da farklı bakışlar
çerçevesinde yeniden tartışılması tabii ve de faydalı bir iştir. Ama şu anda,
Türkiye’de söz konusu olan bu değil, mesele Cumhuriyet rejiminin toptan ve
doğrudan tartışılması yerine tarihsel kodlar, imalar üzerinden siyasi zeminde
dolaşıma sokulması.
Sağ,
muhafazakâr, İslamcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar
üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya
çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslamcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması
üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve
İslami kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ,
muhafazakâr, İslamcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı,
özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor,
siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı
modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet
Cumhuriyet’in kuruluşu; İslama karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu
komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil”
diyen beri gelsin!
Açıkça
tartışmadığımız sürece...
Peki,
böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar,
baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık
konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik,
Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız
sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslama, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir
din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna
oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun yerine şeri kanunun almasına dindar,
muhafazakâr, İslamcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim.
Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin
merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan
çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden
gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi
alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli
bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken!
Sınırlarımız konusunda söz sahibi olmak önünde bunca engel olduğunu görenlerin,
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış bir ülkenin, galip devletler ile üst
perdeden pazarlık yapabileceğini iddia etmesi, bunu yapamayan Cumhuriyet
kadrolarını karalama girişimi nasıl bir akıl?
Cihat
ilan etti de ne oldu?
Hilafete
gelince, Osmanlı’nın son döneminde sanki hilafetin siyasal gücü kalmıştı,
dahası II. Abdülhamit döneminde dahi bu güç dünya Müslümanlarını Rus, İngiliz,
Fransız idaresinden kurtarabilmiş veya kurtarabilirmiş hayali nereden çıkıyor?
Birinci Dünya Savaşı’nda, İttihatçı hükümet ve dahi Osmanlı Halife/ Sultanı
cihat ilan etti de ne oldu, nihayetinde Arap isyanının bile önüne geçilemedi.
Daha hilafet varken, ona rağmen milyonlarca Müslümanı idareleri altında
tutabilen, dahası Araplar ile anlaşıp isyan tertipleyen İngilizler, yenilmiş
bir ülkenin hilafet makamı olmasından neden çok ama çok korksun? Son halife Abdülmecit Efendi
dünyaya nizam verecek güçteydi de, Cumhuriyet hilafeti kaldırdığı için mi gücü
kırıldı?
Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslam dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz? “Kul hakkı” İslamın en önemli değerlerinden değil mi, bırakın kul hakkını, “milletin anasına…” kastedenler ile işiniz ne? Sahi, neyi savunuyorsunuz, ne için savunuyorsunuz, hem tam olarak ne diyorsunuz? Bizi hasta ettiniz de, sahi siz iyi misiniz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)