28 Mart 2017 Salı

Aydın Engin'den 26.03.2017 günlü Cumhuriyet'ten

Yaşıma başıma bakmadan, kıdemli bir tembel olduğumu bile bile Cumhuriyet beni habire işe koşuyor ya, birkaç gündür zorunlu olarak CumhurumunBaşkanı ile ilgileniyorum. 
İki gün önce yine konuşma yapacağı bir kalabalık bulmuş, kürsüye çıkmıştı. Hızını alamadı; bu kez hem Avrupa’nın hem biz gazeteci milletinin ağzının payını verdi: 
“Hapisteki gazetecilerin listesini verin diyoruz. Bakıyorum, hepsi hırsız, çocuk istismarcısı, terörist. Geçenlerde de 149 kişilik bir liste geldi. 144’ü terör, 4’ü adi suçlardan içeride...” dedi. 
Bizim meslektaşlar, meslek örgütleri ayağa kalktı. Dahası Silivri’deki Cumhuriyet tayfasının eşleri yeri göğü inlettiler. Cuma günkü Cumhuriyet’te okumuşsunuzdur. Her biri kendi üslubunca “Kanıtın varsa ortaya koy efendi. Söylediklerinden o kadar eminsen savcılarına söyle iddianamelerini yazsınlar ki neyle suçlandıklarını öğrenelim. Bunları yapmıyorsan hepimizden gecikmeden özür dile” dediler. 
Bense... 
Bense birkaç gündür Cumhurumun Başkanını yakından izliyorum ya, adama kanım ısındı galiba; hiç de öyle kötü şeyler düşünmedim, kem sözler etmedim. 
Bence bu haltı başdanışmanları yedi. (Biliyorsunuz sarayda danışman yok, hepsi başdanışman). Bu baş’lardan hangisi bu haltı yedi bilmiyorum ama bildiğim adamın önüne koyacakları listeyi karıştırdılar. Hapisteki gazeteciler listesi yerine Ensarcı ya da nasılsa öğretmen olmuş birtakım sapıklar var ya hani “çocuk istismarcısı” deniyor, işte onların listesini koydular. O da baktı 149’un dördü beşi çocukları şey yapmış. O da kükredi... 
149’un 144’ü içinse yine bir liste kargaşası yaşandı. Cephane, havan topu mermisi, tabanca, tüfek gibi “insani yardım malzemesi” yolladıkları IŞİD’ci, Nusracı yiğitlerin listesini önüne koydular. “Konjonktür” gereği artık onlara terörist diyor ya, baktı ki listedekiler gazeteci filan değil, terörist. O da bunu ilan etti. 
Yani Cumhurumun Başkanı’nın bunda hiçbir suçu yok. O sütten çıkmış bir kaşık ve başdanışmanların kurbanı. 
Mesele budur ve bundan ibarettir...
***
Gördüğünüz gibi son günlerin önemli konularına derin analiz yeteneğimle derin açıklamalar getirdim. 
Bitmedi. 
Biliyorsunuz, perşembe akşamı CNN ekranlarında ballandıra ballandıra ilan edilen “Cumhurbaşkanı ile Özel” söyleşiyi de yüksek görev bilincimin gereği olarak baştan sona dikkatle izledim. 
Cumhurumun Başkanı yine bir başdanışman kurbanı oldu. Hangisi bilmiyorum. Yani jölelisi mi, jölesizi mi, “kalın”ı mı, incesi mi bilemem, ancak onu bir kez daha gülünç duruma düşürdüler. 
Siz de izlediyseniz fark etmişinizdir. Cumhurumun Başkanı program boyunca Suriye Kürtlerinin örgütü PYD’nin askeri kolu olan YPGden söz ederken sürekli Vay Pi Ci” dedi. 
Başdanışman yanıltması olmadan bu hatayı yapıp böylesine gülünç olmazdı. Çünkü gerek Piyalepaşa İlkokulu’nda, gerek İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde ona YPG’yi “Yee Pee Gee” diye okuması gerektiğini öğretmişlerdi. Bundan eminim. Çünkü tersi mümkün değil. 
E peki o zaman eksiksiz bir “yerli” ve eksiksiz bir “milli” olan Cumhurumun Başkanı YPG’yi neden “Vay Pi Ci” diye okusun? 
Herhalde bize İngilizce bildiğini yutturmak için değil. Böyle bir ucuzluğa düşecek adam değil Cumhurumun Başkanı. 
Öyle bir makama gelmiş biri İngilizce bilmemenin kusur olmadığını, hele yerli ve milli bir eğitim görmüşse bunun çok doğal olduğunu bilmez mi? 
Elbet bilir. 
Buna karşılık İngilizce bilmediği halde İngilizce döktürmeye çabalamanın kusurdan öte gülünç olduğunu bilmez mi?.. 
Elbette bilir. 
Dedim a, bu da bir başdanışman yanıltmasıdır. 
Yoksa benim Cumhurumun Başkanıııııııı..
***
Neyse... 
Derin analizlerim bugünlük bu kadar. 
Hepinize iyi ve bol gülücüklü pazarlar.
Çağcıl, Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devletine Yürekten Vurgun Yoldaşlarım,

Aşağıdaki “çağrı” ve “uyarı”, 16 Nisan 2017 Halkoylaması nedeni ile yayımlanmıştır. İmzacılarından birisi de benim ve bundan onur duyuyorum. Yaşamımda kullandığım “HAYIR” oyum nedeni ile, bugün de onur duyduklarımdan üçüncüsü 16 Nisan’daki HAYIR’ım olacaktır. Onur duyduğum “HAYIR” larımın ilki, 12 Eylül Faşizminin ürünü olan 1982 Anayasası için kullanılmıştır. İkinci HAYIR’ım, 15 Temmuz 2016 günkü “YARARLI SALAKLARCA” girişilen kalkışmanın  taşlarının bugünkü iktidar sahiplerince ortaklaşa döşenmesine neden olan 12 Eylül 2010 günkü Anayasa değişikliği halkoylamasında kullanılmıştır. 16 Nisan 2017 günü kullanacağım “HAYIR”  oyum ise, öncekilerden de önem taşıyan ve Cumhuriyet Rejimimizin niteliğini değiştiren, çağdaş uygarlık ereğimizden bizleri kopartacak Anayasanın 18 maddesinde yapılmak istenilen değişiklikler için olacaktır. Bu üçüncü hayır’ımın nedenlerini, 25 Mart 2017 günü gazetelerde tam sayfa olarak yayımlanan çağrı ve uyarı ile sizlerle paylaşmak istedim. Dileyen arkadaşlarımız baskanlikanayasasinahayir@gmail.com adresine “imzalıyorum” diyerek, e-mektup olarak gönderebilirler.

"Cumhuriyetin idam fermanına HAYIR"

"Türkiye Cumhuriyeti yüz yıla yaklaşan tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar görülmedik dev bir tehdit karşısındadır.

Demokrasi, çoğulcu parlamenter sistem, evrensel insan hakları, laiklikle beraber çağdaş hukuk kuralları ve değerleri, YANİ bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti yıkılmak üzeredir.

Çocuklarımızın geleceği, kadınlık onuru, emeğe saygı, düşünme ve örgütlenme özgürlükleri, gençliğin mutlu bir yaşam beklentisi, her yaşta her kişinin hakkı olan huzurlu, güvenli, korkusuz bir günlük yaşam umudu gibi tüm yaşamsal değerler diktatörlük heveslilerinin keyfine kalmış bir oyuncağa dönüştürülmektedir.

Bu konularda en ufak bir kuşku duymak, duraksamak, vurdumduymazlık ve adam sendecilik yapmak bağışlanamaz bir gaflet değilse eğer, utanç verici bir korkaklık, insan onuruyla bağdaşmayacak bir teslimiyetçilik, vatan değerlerine karşı kabul edilmesi akla bile gelemeyecek bir suçtur, bir işbirlikçiliktir.

Türkiye Cumhuriyeti göz göre göre yıkılmak isteniyor!

Bu enkazın altında kalmaktan kurtulacaklarını sanan kişi ya da çevreler varsa, yıkıcılar da aralarında olmak üzere, ağır ve geri dönüşü çok zor olan bir yanılgı içindedirler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin yok edilmesiyle ülkemizin çağdaş ülkeler topluluğunun dışına savrulması hepimizin, herkesin sonu olacaktır. Öyleyse, bir an gecikmeksizin güçlerimizi birleştirelim.

Bir an önce demokratik tepki hakkımızı kullanarak, bu ülkenin kadınları, sanatçıları, kitle ve meslek örgütü temsilcileri, emeğin temsilcisi sendikalar da katılarak oluşturacakları güç birliğiyle, bu korkunç gidişata dur diyelim. Aynı tepkileri ödünsüz olarak vermeye kararlı istisnasız tüm muhalefet partilerinin de katılımıyla, kitlesel, dev gösterilerde bir araya gelerek “Hayır!” haykırışlarımızı ulusal bir koroya, ortak bir haykırışa, bir büyük Türkiye sesine, demokratik bir tavra dönüştürelim!

“Faşizme Hayır!”
“Diktatörlüğe hayır!”
“Tek adam saltanatına hayır’
“Cumhuriyetimizin ölüm fermanına hayır!”
“Kadın düşmanlığına hayır!”
“Emek düşmanlığına hayır!”
“Çocuk düşmanlığına hayır!”
"Doğa, orman,çevre düşmanlığına hayır"
“Özgürlük düşmanlığına hayır!” haykırışlarıyla gök kubbeyi çınlatalım!…

Sevgili yurttaşlar, gençler, kadınlar-erkekler, emekçiler, Cumhuriyet’in koruyucuları, yurtseverler, çağdaş insanlar, gün u gün, an bu andır!..

Yarın çok geç olacak!
Bu Cumhuriyetin ölüm fermanını yırtarak müstahak olduğu yere, tarihin çöplüğüne süpürmekte gecikmeyelim.
Bugünün çocukları; ülkemizi bilimin, sanatın, aklın, güzelliğin, yaratıcılığın aydınlıklarına taşıyacak olan gelecek kuşaklar biraz daha beklersek, hurafelerin kucağına teslim edilen, Cumhuriyet aydınlanmasına ve Atatürk devrimlerine kökten düşman bir kuşağın temsilcisi haline dönüştürülecekler

Haydi ulusal, evrensel, demokrat, laik, yurtsever, özgürlükçü, ilerici, Cumhuriyetçi dayanışmalara!...

Hep birlikte! Akılla, inançla, omuz omuza!"


21 Mart 2017 Salı


Sevgili Dostlar, durmaksızın yeni yaratılan düşmanlar ile dengemiz bozulur,aklımızla alay edilmesinden ötürü öfkelenirken ve can dostlarımızdan, uzunca bir süre her evin konuğu olmuş ve bam telimize basmış Tayfun Talipoğlu,son yolculuğuna uğurlanmayı beklerken,birazcık düşünerek-acı acı gülümsememize katkısı olacak Özgür Mumcu'nun bugünkü yazısını sizlerle paylaşıyoru. "Başlıkta ki "Devlet Bahçeli"yi ben ekledim.


Özgür Mumcu; “GİZLİ ANARŞİST:DEVLET BAHÇELİ” ,Cumhuriyet 22.03.2017


“Erdoğan kendi kişisel kariyer hedefleri tek adam olmak, diktatörlüğe kaymak için taşıdığı makamın imkânlarını edep ve hayâya sığmayacak ölçüde ucuzlatmıştır. 

Sayın savcı, ben demedim Sayın Bahçeli dedi. Şubat 2015’te. 

Bu gerilim stratejisinde bir diktatör doğuyor. Bu diktatör de ülkeyi tek başına yönetmeye talip olduğunu söylüyor. Kim ne derse desin hiçbirisine aldırış etmiyor.” 
Bunu da ben söylemedim. Sayın Bahçeli söylemiş. 

Önceki gün yine bu diktatörlük meselesi açılmış. Bu defa Sayın Bahçeli, Sayın Erdoğan’ın çok acımasız eleştirilere uğradığını ifade ederek “Türkiye’de diktatör olmaz. Bir defa diktatör Türkçe değil” demeyi tercih etti. 

Ben de derin bir nefes alarak rahatladım. Ev üzerime üzerime geliyordu. Televizyonu aldım pencereden aşağı fırlattım. Sebebi belli. Türkiye’de televizyon olmaz, bir defa televizyon Türkçe değil. O esnada telefon çaldı. Haliyle onu da kırıp attım zira Türkiye’de telefon olmaz, bir defa telefon Türkçe değil. Makine Türkçe değil, gitti mi çamaşır makinesi de. Gitti. Eh elim değmişken modemi de kırdım, internet de gitti. Uzatmayayım evde adı Türkçe olmayan ne varsa imha ettim gitti. Ferah ferah oturuyorum. 

Bir yandan da düşünüyorum. Madem Türkçede diktatör olmadığı için Türkiye’de diktatörlük tehlikesi yok, Sayın Bahçeli bizi senelerce hangi sebeple Erdoğan diktatörlüğüne karşı uyardı. Boşa konuşacak biri değil. Onca siyasi tecrübesi var. Neredeyse elli senelik bir siyasi partinin genel başkanı. Acaba neden böyle davrandı derken... Yahu parti de Türkçe değil. Demek ki Türkiye’de siyasi parti de olmaz. Ama siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bize hep öyle öğretmişlerdi. Sonra fark ettim ki saçmalıyorum, demokrasi de Türkçe olmadığından Türkiye’de demokrasi de olmaz. 

Yani Sayın Bahçeli’nin dilbilimsel yaklaşımına göre Türkiye’de diktatör, demokrasi ve parti olamaz. Kafamız rahat etmelidir. Devlet kendi kendine partisiz, demokrasisiz ve elbette diktatörsüz yürüyüp gidecektir. 

Tam böyle düşünüp yabancı unsurlardan arınmış evimde uzanacakken fark ettim ki devlet de Türkçe değil, Arapça. O zaman Sayın Bahçeli’nin akıl yürütmesine göre Türkiye’de devlet de olmaz. 
Haliyle bu durumda Türkiye’de bir Devlet Bahçeli’nin de olmaması gerekir. Ama var. Her ne kadar söyledikleriyle kendi geçmişini yalanlayarak başka bir kimliğe kavuşmuş olsa da var. 

Tam o esnada meseleyi çözdüm. Sayın Bahçeli dilbilimsel siyasi yaklaşımıyla diktatörlüğü, partileri, demokrasiyi ve devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan samimi bir anarşist. Tweet’lerinden anlamamız gerekirdi. Lirik bir nihilist. Gerekirse kendi varlığından bile geçebilecek sınırsız bir özgürlük sevdalısı. Bakunin’e parmak ısırtacak efendisiz bir anarşist. 

Referandumda kendi kendini inkâr edecek şekilde neden evet oyu kullanacağı da böylece benim açımdan netleşti. Siyasi kariyerinin sonunda yüreğinde bir sır gibi sakladığı anarşizme son bir hizmet etmek istemiş olmalı. Devletin bütün kurumlarını sarsarak yok edecek bu değişiklikle beraber devletli toplumdan devletsiz topluma geçmeyi hedefliyor. 


Herkesin kafasını karıştıran Devlet Bahçeli neden böyle davranıyor sorusunun cevabını bulmanın mutluluğuyla anarşizmin bu gizli kahramanına selamlarımı iletiyorum.
Sevimli ve yararlı insan Sevgili Tayfun Talipoğlu hakka yürüdü. O güzel insan, kendisinden önce gidenleri fazla bekletmemek için olacak, güzel atına atlayarak, bizlere veda etti. Bulunduğu yere, insanımızın yüreğinde yer edinmesini dişi ve tırnağı ile, bedensel ve beyinsel emeği ile başardı. O,Şimdiler mumla aramakta olduğumuz ve kırıntılarını yitirmemek için uğraş verdiğimiz Cumhuriyetimizin erdeminin kanıtı idi. Tayfun, Uğur Mumcu gibi "Sakıncalı Asker" değil, "Kaymakam olması sakıncalı" bir yurtseverdi. Türkiye'yi adım adım dolaştı.Sıradan insanlarımızın dostu, dertnazı oldu. Basılması gereken, kimilerinin yüreklerinin yetmediği "bam telierine" bastı,bastı, bastı... İnsanımızı tanıdık, çocuklarımızı tanıdık O'nun programında. O, hiçbir kapıya tasmasından bağlanan medyabazlardan olmadı. Katıldığı toplantılarda aklının ürünlerini.örtük bir mizah ile aktarırdı.
Ben iyi bir dostumu yitirmiş olmanın kederini yaşıyorum. Bundan on yıl önce, 9 Eylül 2007'de Besni'de gerçekleştirdiğimiz 9.Besni Eğitim Bayramı'na katılması için yaptığım çağrıya,hiç nazlanmadan "iyi olur hocem,ben de Besni ve Besnilileri tanıma olanağını bulmuş olurum" diyerek koşa koşa gelmişti. Yalnız programda söyleşide bulunmadı. İzleyen günde "Su Başında" bizle birlikte kahvaltıda ve öğleden sonra da Kızılin'deki pikniğimize de katılmış ve Besnililer ile dostluklar kurmuştu. Tayfun gibiler azalıyor. Eğitim sistemimizin yobazlık üretir konuma sürüklenmesinden ötürü, yeni Tayfunların yetişeceğine olan umudumuz da azalıyor.
55 yıla sığdırdığı dünyamızdaki konukluğunda, son otuz yılımızı aydınlattı hep. Aydınlıklar içinde olacağından kuşkum yok. Güle güle Tayfun Kardeşim, güle güle."Hayır Bayrağını" yere düşürmemek için akıl ve alın terimizi akıtmayı sürdüreceğiz. Dünya,sensiz ilginçliğinden yitirdi.21.3.2017

19 Mart 2017 Pazar

Yine Prof.Dr.Oğuz Oyan'dan aklının ürünü bir değerlendirme. 15 Temmuz kalkışmasının üzerindeki sisli perdenin  kaldırılmaması ve gerçeğin halk tarafından bütün açıklığı ile öğrenilmesinin istenilmemesi gibi, Hollanda kapılarının zorlanarak, tüketilmiş olan yerli-yabancı düşmanlıklar yerine ikame edilmesinin de nedenleri yakında yeterince piyasaya sürülür. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, asıl görevi olan alanı bırakıp da, Hollanda kapılarında köşe kapmaca oyununa girmesinden beklenen yüzde 1-2 puanlık bir desteğin sağlanıp-sağlanmayacağını 16 Nisan'da göreceğiz. Sanırım Halkımız, aklı ile alay etmenin bu kez faturasını kesecektir. Esenlik dileklerimle.19.03.2017 Ara başlıklar tarafımdan eklenmiştir.


SOL PORTAL 14 MART 2017_11                                                                                              OĞUZ OYAN
ÜLKE İTİBARI SERBEST DÜŞÜŞTE
Muktedir Neden Sürekli Yapay Düşman ve Düşmanlık Yanatmakta?

İktidar her zamanki yöntemlerini uyguluyor. Seçimleri “düşman imgesi” üzerinden yürütüyor. Eğer güçlü bir hasımla karşıtlık oluşmamışsa, bunu yaratıyor. İçerde bugünün siyasi çekişmelerinde yeterince düşmanlaştırıcı öğe bulamazsa, geçmişi kurcalıyor, o da aşınınca dış düşmanlıkları körüklüyor.
Önceleri sözde “vesayet” rejimine karşı sahte demokrasi kahramanlığı yapmaktaydı, şimdi kendi vesayet rejimini güçlendirirken kof milliyetçilikler üzerinden oy avcılığına çıkıyor. (Tabii, artık ahmak avcılığına yarıyor olmasa da,  “vesayetçiliğe karşı savaşmayı” siyasi düsturu olmaktan çıkarmıyor, nitekim şimdiki anayasa değişikliğinin bile temel gerekçesi yapabiliyor). Dün “askeri vesayete” karşı paralel yapısıyla birlikte aslanlar gibi savaşıyor gözükürken, “analar ağlamasın” üzerinden yıllanmış Kürt sorununa demokratik bir çözüm sunduğu izlenimini verirken, liberalleri ve Kürt siyasetçilerini, başta AB olmak üzere bilumum Batı siyasetçilerini yanında tutarken, hem Cumhuriyet kurumlarını /aydınlarını ve erkler ayrılığını, fiilen ve hukuken tasfiyenin gerekçelerini ve mekanizmalarını üretmekte, hem de seçimlere tedhiş eylemlerinin dizginlendiği ortamlarda girmenin avantajını kullanmaktaydı. 2015’te bunun getirisinin tükendiğini görüp masayı devirdikten sonra, aynı amaçla tam tersini uygulamayı da başarmıştı. Hal ve şartlara göre her türlü kalıba girebilen bu eyyamcı siyaset, kendi hedeflerine varabilmek için her yolu deneyebileceğinin örneklerini şimdiye kadar yeterince verdi. İktidarını sürdürme yöntemlerinin ülke çıkarlarına zarar vermesinin umurunda olmayabileceğini de defalarca kanıtladı.
2009 yerel seçimleri öncesinde, hazırlanışından (Peres’in ısrarla davet edilmesi) uygulanışına (“one minute” çıkışına) kadar her safhası planlanan Davos tiyatrosu bunun uluslararası düzlemde sahnelenen ilk örneğiydi. Gerçi derde deva olmamıştı; 2009 Mart seçimleri, ekonomik krizin tepe noktasında yapılmıştı ve iktidarın bir önceki seçimlere (2007 genel seçimine) göre oy oranı yüzde 46,5’tan yüzde 38,5 e gerilemişti. Ama Erdoğan iktidarı aynı yolda yürümekten yılmadı. Bir sene sonraki Mavi Marmara olayı, hem iktidarın işi nereye kadar götürebileceğini hem de sorumluluk almaktan her daim kaçınabileceği inanılmaz manevra yeteneğini göstermişti. Rusya ile uçak krizi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi çıkarlarına onulmaz zararlar verdikten sonra çözülebildi. Suriye politikaları halen zarar vermeye devam ediyor. Bunun bilançosu onmilyarlarca dolarla sınırlı değil, mülteci sorunu ile Kuzey Suriye’deki sorun nedeniyle kalıcı etkilere sahip.
Şimdi de Almanya ve Hollanda ile seçim iklimini ve “evetçileri” kızıştırmak için kasıtlı olarak tırmandırılan gerginlikler, toplumun ve ülkenin önüne yeni ekonomik ve siyasi faturalar getiriyor. Hukuken ve siyaseten hesap sorulamaz bir iktidar türü olarak davranma alışkanlığına sahip olanlar, kendi ikballeri için ülkenin çıkarlarıyla kolayca oynayabiliyorlar. Üstelik bu son olayın etkileri sadece turizmin, ihracatın, doğrudan yatırımların, dolayısıyla istihdamın yeni yaralar almasıyla sınırlı kalmayacak görünüyor; Türkiye’nin artık bir AB hikâyesinin bütünüyle iflası bakımından tüm dünya ile ilişkilerini yeniden belirleyeceği anlaşılıyor. Erdoğan/AKP iktidarının Türkiye üzerindeki yükü artıyor.
Halkoylaması Yarışında Neden Meşruiyetin Yitirilmesi Önemsenmiyor?
Gelelim referandum sürecine. Eşit ve adil bir seçim kampanyası olmazsa, referandum hukuken malul olmaz mı? Eğer demokrasi denilen şey, en basitinden, insanlara bir seçim hakkı verilmesi ise, insanların bu hakkı kullanabilmek için doğru bilgilenme hakkının da eksiksiz uygulanması gerekmez mi? Peki sermayenin ve iktidarın medyasının, korku ve/veya çıkar uğruna, sabah-akşam iktidarın sözcülüğünü yaptığı bir ortamda böyle bir özgür seçim hakkı kullanılabilir mi?
İktidarın dikta yetkilerini bu defa anayasal bir rejim olarak talep etmesine “hayır” diyebilme özgürlüğünün olmadığı, hayırcıların terör örgütleriyle ilişkilendirildiği bir iktidar kampanyasına maruz kalındığı durumda, hangi demokratik tercihten söz edilebilir?
Cumhurbaşkanının anayasada belirtilen, üzerine yemin de ettiği ve değişene kadar kesin bağlayıcılığı olan “tarafsızlığını” her zamanki gibi alenen çiğneyerek kendi tek adam rejimi için kampanya yaptığı bir seçim süreci nasıl adil, hukuki ve demokratik olabilir? (Bizim bu konuda görevini yapmayan YSK ile ilgili 2015 tarihli suç duyurumuz Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilmeyince AİHM önüne götürmüştük; hâlâ orada bekliyor. AİHM de herhalde anayasanın “taraflı cumhurbaşkanı” doğrultusunda değişmesini bekleyerek bizim başvurumuzun kadük olmasını umuyor!).
Bir anayasa referandumunda kendi parti imkânlarının çok ötesinde kamu kaynağı kullanarak kampanya yapan bir iktidar partisi ve cumhurbaşkanı varken, eşit ve adil bir referandum sürecinden söz edilebilir mi?
Yurtdışında seçim vs. propagandası yapılmasını engelleyen kendi hukukunu çiğnemek nasıl bir demokrasi gösterisi olabiliyor?
Başka ülkelerin kendi siyasi duyarlılıklarını öne sürerek AKP'nin ülkelerindeki siyasi mitinglerini erteleme taleplerini özellikle ve hoyratça çiğnemek ve bunun üzerinden mağduriyet imal etmeye çalışmak hangi diplomatik teamüle ve siyasi terbiyeye denk düşüyor?
Halkoylaması Muktedir İçin Neden Can Simidi?
Peki, iktidarını korumak niçin bu kadar önemli? Ayrıca, iktidarını korumak niçin daha fazla otoriterleşme gerektiriyor? Bu iç içe iki sorunun da –artık herkesin görebileceği- iki nedeni var: Birincisi ve işin özü, iktidarın büyük ölçüde yıktığı cumhuriyet rejimi yerine kurmak istediği İslamcı rejim için yeni bir düzlemeye ve sıçramaya ihtiyacı olması. Bunu,daha fazla otoriterleşmeden yapması imkânsız. Tek seçeneği tek adam rejimi olmayabilirdi; ama burada da Erdoğan etkeni devreye giriyor; siyasal İslamcı hareketin elinde şu an başka sürükleyici siyasi figür yok, parti içi bölünmeyi önlemenin de başka çaresi yok, dolayısıyla onun kaprislerine boyun eğilmek durumunda. İkincisi, 15 yıldır tek başına ülkenin kaderini belirleyen siyasetçilerin sicillerinin iyice kabarmış olması. Bu sicil sadece kamu kaynaklarının kullanım biçimiyle, hesabı verilmemiş ve verilemeyecek büyük kişisel zenginleşmelerle ilişkili değil; aynı zamanda toplumun ve ülkenin içinden geçirildiği çeşitli badirelerdeki siyasi sorumluluklarla da ilişkili. Bunlar, anayasaya aykırı olarak paralel bir devlet yapılanmasıyla egemenlik hakkını paylaşmaktan Ergenekon-Balyoz gibi kumpas davalarına ve Kozmik Oda sırlarının ABD güdümündeki bu yapılanmaya açılmasına, komşu ülkedeki (Suriye’deki) legal rejimin tasfiyesine, anayasaya aykırı bir biçimde müdahil olmaktan, bu ülkede Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir parçalanmanın körüklenmesine, sınırlarımızda oluşumuna sebep olunan ve büyük güçlerin de desteğini alan yapılanmaya karşı girişilen nafile çabalar yüzünden önemli can kayıplarına neden olmaktan bunların yol açtığı mali/siyasi kayıplara kadar uzanmaktadır.
Hayır Demek Bir Yurt Görevidir
Bu nedenler, iktidarın korunması kadar, ayarlarının iyice sıkılmasını da davet etmektedir; işte bunun için "evet" iktidarın can simididir. Ama tam da bu nedenlerle “hayır” denilmesi gerekmektedir.

Kuşkusuz, “Beni aldatırsan ayıp sana, beni ikinci defa aldatırsan ayıp bana” ünlü deyişinin halklara mal olması daha uzun zaman alacaktır. Aldatılmayı özel çıkarları nedeniyle umursamayanları kastetmiyorum. Aldatıldıkça kaybedenlerden söz ediyorum. Kaybedenlerin aldatılmaya “hayır” demelerinin zamanı gelmemiş midir? Kendi kişisel ve partisel çıkarları uğruna ülkeyi utanç duyulacak itibar kayıplarına uğratanlara "dur/HAYIR" demenin artık sırası değil midir?

14 Mart 2017 Salı



Cumhuriyet yazarı Prof. Dr. Ahmet İnsel, Hollanda ile Türkiye arasında yaşanan "ziyaret" kriziyle ilgili olarak "Tayyip Erdoğan yönetimi, müzakere yoluyla iş yumuşama yoluna girmişken, Hollanda ile gerginliği kasıtlı biçimde büyüttü. Kapıdan kovulan devlet konumuna düşmeyi, referandum öncesi evet oylarının bir iki puan artması için göze aldı" dedi. İnsel, "İktidarın başının 16 Nisan’da kaybetme korkusunun ne kadar büyük olduğunu, yönettiği devleti 'haydut devlet' mertebesine düşürmekten çekinmemesi çok açık biçimde ele veriyor" diye yazdı.
Ahmet İnsel'in "‘Haydut devlet’ nasıl olunur?" başlığıyla yayımlanan (14 Mart 2017) yazısı şöyle:
Türkiye Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin Almanya’da anayasa değişikliği referandumu için kampanya yapmalarının engellenmesi, biraz işgüzar bir girişimdi. Almanya’da bundan önce benzer seçim mitingleri yapılmasına engel olunmamıştı. 
Belçika’da “tarafsız” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim mitingi yapması engellenmiş, o da Ekim 2015’te Strazburg’da “Milyonlarca nefes, teröre karşı tek ses!” mitingi yapmış, birkaç hafta sonra tekrarlanacak seçimlerde herkesi Tek Ses’te birleşmeye çağırmıştı. 

Bu sefer iş çığrından çıktı. Ama istem dışı değil, kasıtlı olarak. Rotterdam’da Çavuşoğlu’nun yapacağı referandum toplantısını Hollanda’da 16 Mart’ta yapılacak genel seçimler sonrasına ertelemesi önerisini reddeden Türkiye devleti, Cumhuriyet tarihinde ilk kez uçağına iniş izni verilmeyen milli ve yerli yönetim olma şerefine nail oldu. 

Uluslararası ilişkilerde böyle bir durum çok ama çok nadir yaşanır ve genellikle “haydut devlet” olarak tanımlanan devletlerin yöneticilerine uygulanır. Dışişleri bakanının uçağının inişine izin verilmeyen bir devletin bir diğer bakanını aynı anda bu ülkeye karayoluyla gizlice ve ülke yetkililerine kasıtlı yanlış bilgi vererek sokması da, uluslararası ilişkiler tarihinde pek bilinmeyen bir durumdur. Bakanın o ülkeye girişinin engellenmesinin nedenleri haksız bile olsa, bir hükümet üyesinin başka bir ülkeye kaçak yollardan girmeye çalışması, temsil ettiği ülkenin “haydut devlet” imajını güçlendirmez mi? 

“Haydut devlet” (Rouge State), küresel barışı tehdit eden, insan haklarını kitlesel biçimde çiğneyen, terörizmi destekleyen devletleri ifade ettiği gibi, önceden ne yapacağı kestirilemeyen, uluslararası kuralları tanımayan devletler için de kullanılan bir kavramdır. Emre Kongar, 9 Ocak 2014’te Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, terör finansmanı ile mücadele için kurulan Finansal Eylem Görev Gücü’nün (FATF) 2013 Ekim’inde Paris’te yapılan toplantısında, Türkiye’nin 11 ülkenin yer aldığı riskli ülkeler listesinde tutulması haberini aktarıp, Türkiye’nin uluslararası camiada yavaş yavaş almaya başladığı “haydut devlet” imajına işaret ediyordu. 


Türkiye FATF’ın riskli devlet listesinden o günden beri çıktı mı, bilmiyorum. Başka yollardan “haydut devlet” mertebesinde epey ilerlediği düşünülebilir. Referandumda evet oyu verme eğiliminin iktidarın beklediği gibi güçlü olmaması karşısında, en ilkel milliyetçi refleksleri tetikleyecek bazı senaryoların (Kandil’e askeri müdahale, Suriye’de beklenmedik bir operasyon, vs..) devreye sokulması endişesi birçok kişi tarafından dile getirilmişti. Görünen o ki, Almanya’da gerekçeleri tartışmalı engellemeleri Tayyip Erdoğan yönetimi yeni bir “lütuf” olarak değerlendirdi. Müzakere yoluyla iş yumuşama yoluna girmişken, Hollanda ile gerginliği kasıtlı biçimde büyüttü. Kapıdan kovulan devlet konumuna düşmeyi, referandum öncesi evet oylarının bir iki puan artması için göze aldı. Kırk yıldan beri bu ülkelerde göçmen derneklerinin verdiği entegrasyon mücadelelerini berhava edip, Avrupa’da yaşayan kendi yurttaşlarının “huzur bozucu yabancılar” olarak damgalanmasını, halkoylamasını kazanmanın çerezi yapmaktan gocunmadı. Hollanda ve Almanya’da aklı selimi koruyan bazı Türkiyeli derneklerin, bu engel ve yasaklamaları kınarken, bu yasakları zorla, devlet imkânlarını kullanarak ve diplomatik tüm kuralları çiğneyerek delmeye çalışan iradeyi de bir o kadar eleştirip, teşhir eden çıkışları, bu sokak kavgası ortamında elbette duyulmuyor. 

Hiçbir kural tanımayan devlet tanımı, kendi koyduğu yasağa kendisi uymayan bir iktidara yakışıyor. AKP hükümeti 2008’de seçim yasasına, yurtdışında, yurtdışı temsilciliklerinde ve sınır kapılarında seçim kampanyası yapma yasağı getirmişti. Yasak önümüzdeki halkoylaması için de yürürlükte. Bu yasağı geçmişte olduğu gibi, bugün de en fazla iktidar partisi çiğniyor. Devlet imkânlarını fütursuz biçimde kullanıyor. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, özellikle yurtdışında esas olarak devleti temsil etme sorumluluğu taşıması gereken bir kişinin ve onun temsilcilerinin, istenmez kişiler muamelesi görmesi pahasına bunu yapıyor. İktidarın başının 16 Nisan’da kaybetme korkusunun ne kadar büyük olduğunu, yönettiği devleti “haydut devlet” mertebesine düşürmekten çekinmemesi çok açık biçimde ele veriyor. Bu referandumu kazansa da, kendine, hükümetine, partisine ve yöneteceği devlete vurulan bu damganın uzun zaman silinmeyeceğini, bunun herkes için olumsuz sonuçları olacağını düşünecek serinkanlılığa artık sahip olmadığı görülüyor. Bu son gelişmelerden sonra, 16 Nisan’da sandığa atılan her evet oyu, “haydut devlet” yurttaşı olmaya verilmiş bir onay olacaktır.


"Nazizm...Kemalizm...Rabiaizm" başlıklı yazı, Cumhuriyet Gazetesi duayen yazarlarından Özgen Acar tarafından yazılanların yedincisi. Yedincisi, sanırım, içte yaratabilecek mağduriyet üretiminde tüm kozlarını yitirenlerin,yapay olarak ve yasaya,YSK kararına aykırı olarak, kamu kaynaklarını ve ulusal onurunun ayaklar altına alınması sonucu yaratan krizi yaratmak ve üzerinden mağduriyet yaratma amaçlı son Avrupa kapılarına dayanmasını irdelemektedir. Günümüzü anlamanıza ve üzerinde düşünmemize yardımcı olur düşüncesi ile paylaşıyorum. Öncekileri de okumak isteyenler, internet üzerinden "Özgen Acar" 'a ulaşabilirler.

İkinci paylaştığım değerlendirme ise, önceden sizlerle tanıştırdığım sevgili meslektaşım Prof.Dr. Oğuz Oyan tarafından kaleme alınmıştır. Bununla da, yapılmak istenilen anayasa değişikliğine, kimin hangi gözlükle baktığını bizlere anlatmaktadır.Bunun da ,kendi doğrularımız üzerinde yeniden düşünmemize yardımcı olacağını düşünmekteyim. Bilgi ve ilginize...14.03.2017

Nazizm… Kemalizm… Rabiaizm… (7)

14 Mart 2017 Salı
1934 Berlin… Adolf Hitler, halkoylamasına giderken Nazizm’i “Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuhrer (Tek Halk, Tek İmparatorluk ve Tek Adam)” söylemi ile kurdu! Halkoylamasında yüzde 88 “evet” oyu ile “Fuhrer (tek adam)” oldu. 
12 Mart 2017 Kocaeli… Recep Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliği ile bağlantılı halkoylamasına giderken meydanlardaki “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet!” söylemine, Mısır’dan devşirme “Bu bizim Rabia’mız…” söylemini de ağzından düşürmüyor. 
Kahire’de kanlı gösterilerin yaşandığı, “Rabiatul Adeviyye” adlı alanın ilk sözcüğü Arapçada “dört” demektir. “Tek adam” heveslisi Erdoğan acaba “yasama, yargı, yürütme, yayın (4Y) benden sorulur mu demek istiyor?
***
Nisan 2004… Erdoğan, Kıbrıs’ta “Annan Planı’na” yöneltilen eleştirilerle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş hakkında “Şu anda ağırlıklı olarak niçin bu iş Türkiye’de yapılıyor? Kıbrıs’ta yapılsın. Yani mitingler yapılacaksa orada yapılsın. Konuşulacak orada konuşulsun!” dedi. 
22 Ocak 2008… Erdoğan’ın imzasıyla TBMM’ye “Seçimlerin Temel Hükümlerive Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” sunuldu. AKP’lilerin oylarıyla kabul edilen tasarının 94. maddesi şöyle: “Yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.”[Haber görseli]
15 Şubat 2017… Bu yasaya dayanan Yüksek Seçim Kurulu’nun halkoylaması ile bağlantılı kararının “Halkoylaması süresince yapılamayacak işler” başlıklı (j) maddesinin (a) fıkrası da şöyle: “Yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propagandanın yasak olduğuna (298/A-son, 94/E-6)…”
***
7 Mart 2017… Avrupa Birliği’nin patroniçesi Angela Merkel, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanı’nın ve bakanlarının Almanya’da Türk vatandaşlarına “Meydan konuşmalarındaki yetkinin belediyelerde olduğunu” anımsattı. Bu yasaklamayı önce Avusturya, ardından Hollanda, İsviçre, İsveç ve son olarak da Danimarka benimsedi. 
Belediyelerin engellemeleri başlayınca Erdoğan, Alman yönetimini “Nazi kalıntıları” olmakla suçladı, bakanları da aynı suçlamayı papağan gibi yapar oldular. 
Hollanda’nın 2. büyük kenti Rotterdam’ın Fas kökenli bir Müslüman olan Belediye Başkanı Ahmed Ebu Talip, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuş ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın kent meydanında konuşamayacağını, diplomatik araçla konsolosluğa gitmelerine izin verileceğini söyledi. 
Ancak Bakan Kaya’nın Başkonsolosluğa diplomatik araçla geçişine polis izin vermedi, gösteri yapan Türklere de köpeklerle demokratik bir ülkeye yakışmayacak biçimde şiddet uygulandı. Bakan Kaya, Almanya’ya yönlendirildi, bundan böyle Hollanda’ya 10 yıl giremeyeceği açıklandı! 
Türklere AB ülkelerine vize kalkacak derken, bakanın girişi 10 yıl yasaklandı. Ajda Pekkan’ın “Olmaz artık kapı açık - Arkanı dön ve çık istenmiyorsunartık!” şarkısı akla geliyor.
***
Erdoğan, Hollanda’ya “Bunun bedelini ödeyeceksiniz!” demez mi? Hollandalı şirketlerin Türkiye’de 22 milyar dolarlık yatırımları var. Türkiye’nin Hollanda’ya ihracatı 3.6 milyar dolar, dış alımı ise 3 milyar dolar. 
AB’nin, Türkiye’ye 2014-2020 yıllarında vereceği 4 milyar 450 milyon Avro’luk yardımları [Haber görseli]durdurmasının gerekçesini, Komşuluk Politikası ve Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn, “Türkiye, şu sıralarda ne yazık ki Avrupa yolunda ilerlemiyor, tam aksine Avrupa’dan uzaklaşıyor!” sözleriyle açıkladı. 
Acaba kim bedel ödeyecek?
***
1935… Rus besteci Dimitri Şostakoviç, kemancı David Oistrakh Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya geldiler. Atatürk’ün de dinlediği de dahil 20 kadar konser verdiler. Şostakoviç, Atatürk’ün müzik reformu konusundaki çalışmalarından övgüyle söz etti. 
1941-1942… Şostakoviç, Hitler’in Leningrad kuşatmasında “nota kâğıdı” bulmada zorlanmış, İstanbul’dan gelen kâğıtlar üzerine “7. Senfonisini” bestelemiş. Nota kâğıtlarında “Jorj D. Papajorjiu Yayınevi - Yüksek Kaldırım, İstanbul” yazılı imiş… 
15 - 16 Mart’ta İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda “ŞostakoviçGünleri” konserleri başlıyor. Oistrakh’ı yeniden geldiği Ankara’da 1957’de dinlemiştim…
__________________________________________________________________

SOL PORTAL 28 Şubat 2017-9                                                                                    OĞUZ OYAN
DİKTA REJİMİ KİMLERİN İŞİNE YARAR?
Başlıktaki soruyu Erdoğan ve partisi için sormadığımız açık olmalı. Çünkü bu projenin arkasındakiler onlar. Hatta, AKP içinde bile bu işe aklı yatmamış olanların, rejimin fazla zorlandığını düşünenlerin veya Tayyib'in aşırı güçlenmesinden ürkenlerin varlığı dikkate alındığında, projenin tam sahibi olarak Erdoğan öne çıkıyor. Bu saptamayı yapmakla birlikte, Erdoğan-AKP rejiminin şimdilik bir bütün ve nihai  hedeflerinin ortak olduğunu gözden uzak tutmamak gerektiğini de belirtelim.
İktidar kanadının, "hayırcıları", kökü ABD'deki İslamcı darbecilerle, tedhişi ana araç olarak kullanan ayrılıkçı ve cihatçı örgütlerle bir ve bütün olarak göstermesi, zaten eşit propaganda olanaklarıyla yapılmayan bu referandum kampanyalarının, bir başka açıdan da sakatlanmasına yol açmıştır.  Gerçi AKP'nin düşmanlaştırıcı kampanyası kitlelerce pek benimsenmediği ve kendi aleyhine de çalışmaya başladığından söylemini biraz farklılaştırmaya başlamadı değil; ama AKP'lilerin tadat ettiği örgütlerin acaba külliyen "hayır"dan yana mı olacağı sorusunu da aklımıza düşürdü. Biz, kapsamı (ülkeleri de içerecek şekilde)daha geniş tutarak bu soruya mümkün olduğunca analitik bir yanıt aramaya çalışalım.
İlkönce, genel düzlemde, dışa açık bir ekonomide ve uluslararası entegrasyonlara angaje olmuş -üstelik Batı bloğu içinde yer alan- bir ülkede, demokratik yapıların varlığını korumak bir avantaj olarak görülür. Nitekim, kredi derecelendirme kuruluşlarının bile, Türkiye'nin demokrasiden ve siyasi istikrardan uzaklaşmasını ekonomik göstergeleri için büyük bir risk olarak değerlendirip not kırmaları bunun doğrudan bir yansımasıdır.
Demek ki, Türkiye konumundaki bir ülkenin dikta yönetimine evrilmesi, doğrudan doğruya ülkenin ekonomik çıkarlarına aykırıdır. Dolayısıyla, Türkiye'nin iyiliğini düşünmeyen örgütlenmelerin ve ülkelerin işine en fazla yarayacak seçenek, ülkenin imajının Erdoğan'a ısmarlama elbise gibi biçilen bir Anayasayla bugün olduğundan daha fazla bozulmasıdır.
İkinci olarak, Haziran 2013'e kadar toz kondurulmayan "reformcu" ve "tabu kırıcı" (yani Batı çıkarlarına eksiksiz hizmet eden) Erdoğan figürünün son dört yılda Batı'nın siyasi çevrelerinde ve kamuoyunda hızla taşınamaz bir yük ve nefret objesine dönüşmüş bulunmasına, yeni Anayasa projesiyle çok olumsuz bir katkı daha yapılacaktır. Bu, Batı'nın Türkiye'den vazgeçmesi, Türkiye'yi de içine alan kendi bölge çıkarlarını gözetmekten uzaklaşması anlamına gelmeyecektir kuşkusuz. Ama hem Erdoğan ve AKP yönetimiyle sıkı işbirliği görüntüleri vermekten alenen kaçınacaklar, hem de Erdoğan'ın bozulan imajını ondan zaman zaman daha fazla ödün koparabilmek için kullanacaklardır.
AKP yönetiminin, yalnızlaşmasını gidermek ve Rusya ile ilişkilerini düzeltmek için yaptığı tavizci U dönüşleri, hegemon dünya güçleri tarafından da mutlaka not edilmiştir. Şimdi, RTE'nin otoriter bir rejim kurmaksızın kendisini güvencede göremeyeceği bir iç siyasal ortamın oluşması, bu güçlerin elinde de yeri geldiğinde kullanılabilecek kozlar oluşturacaktır. Ezcümle, Türkiye'de kurulacak bir "anayasal" dikta rejimi, ülkeyi güçlendirmez zayıflatır.
Her iki seçenek de gösteriyor ki,  Erdoğan'ın yargılanma korkuları, hakim-i mutlak olma hevesleri ve son tahlilde bir İslami rejim inşa etme emelleri, Türkiye'yi sahip olduğu en güçlü pozisyondan uzaklaştırmakta ve Ortadoğu'nun dış etki ve telkinlere açık, zayıf ve işbirlikçi yönetim türlerine yaklaştırmaktadır. Bu, ülkenin bağımsızlığına yeni darbeler indirmekte ve  Türkiye'ye zarar vermektedir.
Gelelim iktidarca "hayır" kampına dahil edilen örgütlere. FETO ve örgütü, kendi askeri diktasını kuramadığı için bugünkü dikta girişimine hayır mı der? İlk bakışta öyle gibi görünebilir; Erdoğan'ın tek adamlığının onu daha fazla güçlendireceğini düşünerek yeni anayasaya karşı olabilirler. Ama bugünkü yenilgi psikozunda, bunun tam tersinin daha geçerli olması gerekir: Tek adam rejimine yönelen bir Türkiye, Batı dünyasında itibarı düşen bir ülke anlamına gelir ve bugün savunma ve gizlenme pozisyonlarına geçmiş Gülen Cemaati için ehven-i şer olarak görülebilir. Dolayısıyla bu kamptaki öznel duygular ile nesnel ihtiyaçlar farklı olabilir ama sonuçta tavır "evet"e eğilimli olmalıdır.

DHKP-C için konuşmaya bile değmez ama, demokratik mücadeleyle ilgisi olmayan böyle bir örgütün işine dikta rejiminden daha iyi gelen başka bir şey olabilir mi?
IŞİD'in ise, Türkiye hücreleri de dâhil olmak üzere, sonucu pek umursadığı söylenemez; şu an için Ortadoğu'da kendi varlık sorunlarıyla meşgul olan bu örgüt için her iki sonuçta da Türkiye düşman bir ülke tanımı içinde kalacaktır. Ama onlar bile, daha güçlü Erdoğan'ın daha güçlü Türkiye anlamına gelmeyeceğinin farkında olmalıdırlar.
Gelelim daha önemli konuya, PKK'nın gerçek niyetlerinin tahliline.Sonucu baştan söyleyelim: RTE'nin tek adam rejiminin PKK'nın da tercihi olacağını anlamak için büyük stratejist olmaya gerek yoktur. PKK, eğer barış/çözüm yolu açıksa demokrasiyi sadece kendi çıkarları açısından talep edecektir. Eğer bu yol tıkanmış ve şiddet-terör geri gelmişse, PKK açısından en iyi ikinci tercih, Türkiye'nin faşist bir rejim görünümü kazanması ve bu rejime karşı mücadele eden "kahraman örgüt" payesine ulaşmasıdır. Dolayısıyla, bu anayasaya evet demek, dolaylı olarak ve nesnel  olarak PKK'nın emellerine (meşruiyet kazanma mücadelesine) hizmet etmek demektir. Ama PKK bunu yüksek sesle dile getirmez. HDP böylesine baskılanırken hiç getiremez. Ülkedeki sempatizanlarının kafalarını karıştırıp gönül kırıklığına uğratamaz.
PKK'nın örtük olarak "evet" çizgisinde olmasını gerektiren bir başka gelişme, bu örgütün artık  uluslararası bir oyuncu olarak Ortadoğu'da yerini almış olmasıdır. Hem ABD, hem Rusya'nın Suriye'deki (ve kısmen Irak'taki)silahlı vurucu gücü haline gelmiş olan ve bunu büyük ölçüde AKP'nin ülke çıkarlarına aykırı dış politikasına borçlu olan PKK'nın kendi bölgesel çıkarları açısından, Türkiye'deki rejimin faşist karakterinin daha fazla vurgulanmasından daha iyi bir senaryo mevcut değildir.
HDP'nin tavrı ise ayrı değerlendirilmelidir. Kürt siyasi hareketi Türkiye'de legal politika yapacaksa, daha demokratik yapılara ihtiyaç duyacaktır. Ama herşeye rağmen eğer Dolmabahçe sürecinin sonuçları alınmış olsaydı, durum farklı olabilirdi. "Çözüm" karşılığında Erdoğan'ın başkancı sistemine evet denilmesi veya en azından, daha önce yapıldığı gibi, seçimleri boykot gibi "durum kurtarıcı" bir karar alınması mümkündü. HDP'nin, Türkiye genelindeki bir demokrasi mücadelesini kendi tek gündeminin önüne koyması (en azından bunu sürekli kılması) beklenemez. Ama 2015 Mart'ından yani masa devrildikten itibaren HDP'ye Erdoğan'ın başkancı dikta projesine "hayır" demekten başka seçenek bırakılmamıştır.
Son bir not da, AKP'nin PKK'ya doğrudan-dolaylı, bilinçli-bilinçsiz destekleri üzerine. PKK'ya en çok hizmet veren AKP Hükümetleri oldu. Buna şimdi de devam ediyor. İlk hizmeti, silah bırakmayan PKK ile resmi görüşmeler başlatmak ve Güneydoğu Anadolu'da paralel devlet yapıları kurmasına göz yummak oldu. Bununla, silahların susmasını ve 2011 ve 2014 seçimlerini kazanmayı garantiledi. Sonra 2011'den sonra Esad'a çullanıp PKK/PYD'nin önünü açarak hizmet etti. Şimdi de dünya çapında infial yaratan dikta rejimini inşa edip PKK'ya dünyada ilave meşruiyet kazandırarak dolaylı hizmet ediyor. Üstelik halka tam tersini hikaye ederek de referandumda puan toplamaya çalışıyor. Ne kadar bereketli bir ilişki biçimi değil mi?






11 Mart 2017 Cumartesi

Sevgili Dostlar, varlık nedeni muhalif olması gereken üniversite öğretim üyeleri,bir yandan KHK’ler ile tasfiye edilirken.biryandan da yerel muktedirlerin(rektör,dekan,bölüm başkanı) disiplin terörü ile boğuşmaktadırlar. Sendika temsilcisi olarak tanıklık ettiklerimi sizlerle paylaşmaktayım. Son tanıklık ettiğim dosyalarda beni dehşete düşüren alçaklık, kimi yöneticilerin, tasfiy etmek istedikleri öğretim üyeleri hakkında düzmece iftiralarda öğrencileri maşa/silah/muhbir olarak kullanmalarıdır. Son iki ay içinde önüme gelen dosyalardan Kırklareli,Bursa-Uludağ ve Çukurova Üniversite dosyalarında bunları gördüm. Ve,günün muktedir yöneticilerinin, önceden çoğaltılmış iftira belgelerini ve satırı satırı aynı olan ifadelerinin hazırlayıcıları olduğunu görmenin utancını yaşamaktayım. Ülke yönetiminin vasat altında kadroların elinde olmasının nedenlerinden birisinin de üniversite yönetimlerinin ve kadrolarının vasatın da altının altında olması düşüncesindeyim. Üzülmemeniz,kahrolmamanız, ancak bunlarla savaşmakta, kendi çocuklarımızı tetikçi olarak kullanan bu sözde öğretim üyelerine kurban etmemek için elden gelen çabayı göstermeye çağırıyorum,sizleri.

ÇÜ Disiplin Kurulu Üyeleri Baylar,

Bu karşıoy gerekçesi, 28.02.2017 günlü, Üniversiteniz FEF Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Yrd.Doç,Dr. K.Serdar Bilgili hakkında FEF Disiplin Amirinin emri ile başlatılan ve atılı suçlamalar ile ilgili gerçeğin ortaya çıkması için çaba göstermesi yerine, bugünün muktedirlerinin estirmek istedikleri disiplin terörü tetikçiliği görevini, belki de efendilerinin beklediklerinin ötesinde tetikçilik biçiminde algılayan  soruşturma kurulu tarafından önerilen, savunma hakkını bile kullandırmayan fakülte disiplin kurulu tarafından, soruşturma dosyası bile okunmadan, onanan disiplin cezalarına yapılan itirazın reddedilmesi kararına, Eğitim-Sen Temsilcisi olarak düştüğüm karşıoyumun gerekçesidir.

İtiraz edilen cezalardan 1/30 maaş kesim cezası, cezayı gerektirir bilgi ve belge eksikliğinden, üyesi olduğum YÖK-YDK tarafından geri çevrilmiş, disiplin teröristleri diye tanımlayacağım kimselere, YÖK-YDK'nun geri çevirme gerekçesinin giderilmesi amaçlı dosyadır. Eğer, gerek önceki ve gerekse sonraki soruşturma raporlarına bir göz atsa ve bunu YÖK-YDK'nun gerekçesi ile karşılaştırabilse idiniz, körertilmemiş vicdanınız, bu disiplin oyununa, saçmalığına isyan ederdiniz. İkinci itiraz ise, önceki ve sonraki soruşturmalarda da yeniden kullanılan nedenlerle verilen 1/30 maaş kesim cezasına yapılan itirazdır.Karşıoy gerekçemin sonuna eklediğim tablonun renkli kısımlarına baktığınızda üçüncü sütunda yar alan disiplin işlemi ise,yine YÖK-YDK tarafından 15.02.2017 günlü oturumunda ret edilen "devlet memurluğundan çıkarma cezası" dır. Bunu da, Girginer'in itirazını ret ettiğiniz iki disiplin işlemi ile karşılaştırdığınızda, işin oyun olmanın ötesine, rezalet ve kepazeliğe vardırıldığını, günümüzün muktedirlerinin (sizlerin) bu denli  çizgi dışına çıkmamanız, adaletsizliğe alkış tutmamanız gerektiğinin, eğer kör-yargılı değilseniz, ayırdına varabilirsiniz.

44 yıllık akademik meslek yaşamımda, çok rektör denen, dekan  denen,bölüm başkanı denen muktedirler,zalimler gördüm. Dönemlerinin zalimlerinin, zaman içinde kendi yaptıklarından utanır zavallılık içine düştüklerine tanıklık ettim. Bakın, bu dosyalar içinde, bu zalimlerden birini,soruşturma kurulu başkanı olan birini(Selahattin Kaçıranlar), elleri kelepçeli halde gördüm.  Üzüldüm mü, hayır,acıdım düşülen zavallılığa. Hukukun gerek olduğunu anlamıştır bu elleri kelepçeli ve disiplin işlemlerinde tetikçilik yapan kişi.Sizlere de önerim, bu üst yazı ile birlikte, internet sayfalarınıza yüklenmiş olduğunu öğrendiğim Girginer hakkındaki dosyaları,benim karşıoy gerekçem ile birlikte okuyun. Muktedir olarak, yasa ve hukuk kurallarının ırzına geçerek, kararmış vicdanlarımızla çanlarına ot tıkamakta duraksama göstermediğimiz ile mağdur olarak, hukuka saygı çığlığını atmamız arasında ince bir duvar vardır.Yarın,sizler içinde zalimler ortaya çıktığında,belki de beni,eğer sendikalı iseniz,yanınızda bulma gereksinimiz doğabilir. Birlikte dekan olarak, yüksekokul müdürü olarak,bölüm, anabilim dalı başkanı,senato üyesi, fakültee kurul ve yönetim kurulu ile üniversite yönetim kurulu üyeliklerini üstlendiğim yönetici kadronun başındakilere hep, gelecekte bizimde yeniden saf öğretim üyesi olarak görev yapabileceğimiz bir çalışma ve birlikte üretme iklimini yaratalım öğüdünü hep yineledim durdum. Sizlere de düşen görevin, zalimlik yapma yerine,bu olduğu kanısındayım.

Bay Rektöre,atamaya yetkili amir olması nedeni ile, 28.02.2017 günlü oturumun,yarın yargı önünde mahkum edilme yerine, yenilenmesini önerdim. Sizlerin de, eğer vicdanlarınız körelmemiş, okuduğunu anlayabilme melekelerinizi yitirmemiş iseniz,bu istemime katılacağınızı düşünmekteyim. Düş kırıklığına uğramama dileklerimle.11.03.2017
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş






Prof. Dr. Mustafa Altıntaş
ÇÜ Üniversite Disiplin Kurulu Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi)


ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
ÜNİVERSİTE DİSİPLİN KURULU BAŞKANLIĞINA

28.02.2017 günü yapılan ve Sendikamız  üyesi FEF  Arkeoloji Bölümü Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi ABD Öğretim Üyesi Yrd.Doç. Dr. K.Serdar GİRGİNER ile ilgili FEF Disiplin Kurulu’nun 10.02.2016 gün ve 01/ 01 sayılı “1/30 oranında maaştan kesme cezası” ile 11.05.2016 gün ve 02/01 sayılı “kademe ilerlemesinin durdurulması cezası”nın, durdurulacak kademe ilerlemesi söz konusu olamayacağı nedeni ile “1/4 oranında maaş kesme cezasına” dönüştürülen  iki disiplin cezasına yapılan ve verilen cezanın haksız,hukuksuz, vicdansız,etik değerlerden yoksun olması nedeni ile iptal edilmesini isteyen isteminin görüşüldüğü ve istemin reddine ilişkin Üniversite Disiplin Kurulu kararına katılmamam nedeni ile, karşıoy gerekçem aşağıdadır.

Çoğunluğun kararına katılmadığım karara ilişkin karşıoy gerekçemin karara eklenmesini rica ederim.

 “Erdemli, bilgili, bilinçli, etik değerlere sahip insanlar topluluğu ” olması gereken üniversitenizin, tam tersine “erdemli, bilgili, etik değerlere sahip insanlar olarak yetiştirilmesi gereken” öğrencilerinizin, kimi yönetici ve soruşturmacılar tarafından, Girginer hakkında düzenlenen dosyalardan çıkarttığım bulgulara göre “tetikçi, ihbarcılığa” özendirilerek, kendi kin ve intikam duygularında araç olarak kullanılmasına tanıklık etmenin, emekli bir meslektaşınız olarak utancını yaşamaktan üzüntülüyüm.

Ciddi bir araştırma, bu yargımın, dosyada varolan kanıtlarına erişmenizi sağlayacaktır. Üniversite yönetimine düşen görev, üniversite topluluğuna barışçı, paylaşımcı ve birlikte üretim ortamını yaratmaktır. Dileğim, üniversitenizin,  öğrencileri, öğretim elemanları ve çalışanları için “disiplin suçu üretim merkezi” olmaktan hızla uzaklaştırılarak, bilim üretimine katkıda bulunma, erdemli ve bilgili insan yetiştirmeye, insan haklarına, düşünce ve akademik özgürlüğe aşık evlatlar topluluğuna dönüştürülmesidir.

Aşağıda yer vereceğim karşıoy gerekçem, yalnız üyemiz Girginer için dillendirilmenin ötesinde, bundan sonraki disiplin işlemlerinizin, disiplin terörüne dönüştürülmesini önlemek ve üniversite tabelası taşıyan ve fakat üniversite kavramı konusunda bilisiz olduğu izlenimi yaratan kurumlarda, yasaların ve hukukun ırzına geçilmesini önlemek ve onlara yol göstermek amaçlı olarak kaleme alınmıştır.

Gerekçeme geçmezden önce, bu dosyada cezalandırılmak/mümkün ise mesleğinden, araştırmalarından, öğrencilerinden yoksun kılınmak istenen üyemiz Girginer ile, muhbir ve müfterilerin gerisinde olduklarını düşündüğüm kimselerin “2016 Akademik Teşvik Puan Tablosu””ndaki yerlerine baktım.Girginer’in bu tablodaki konumu, tüm üniversitede 92, sosyal bilimlerde ilk 19 ve bölümünde birinci sırada iken, cezalandırma şehvetine tutulmuşlara rast gelmedim. “Kötü para değerli parayı kovar kuralı”, akademik kurumlarda da geçerli demek ki!!
                KARŞIOY GEREKÇELERİM
I.                    HER İKİ CEZAYA YAPILAN İTİRAZIN REDDEDİLMESİNE İLİŞKİN KARARA YÖNELİK, USULE (YÖNTEME) İLİŞKİN KARŞIOY GEREKÇEM:
a)       İtiraz Edilen Disiplin  Dosyasını İncelememe Olanak Verilmemiş, Toplantı Bildirimi Yetkisiz Üniversite Genel Sekreterliği Tarafından Yapılmış, Başkan Tarafından Düzenlenmesi Gereken Toplantı Gündemi Tarafıma İletilmemiştir:
Üniversite Disiplin Kurulu Başkanlığı(ÜDKB); itirazın görüşüleceği toplantı tarihi, gündemi ve sendika temsilcisinin bilgilendirilmesi konusunda gereken özeni göstermemiştir.
ÜDK Başkanlığı yerine, akademisyenlerin disiplin konusunda görev ve yetkisi olmayan Üniversite Genel Sekreterliği, 28.02.2017 günü saat 14.00’de yapılacak ÜDK toplantısı için, 24.02.2017(Cuma) gün ve E.8732 sayılı yazı ile, sendika temsilcisinin bildirilmesini istemiştir.
Sendika, bu yazıya 27.02.2017(Pazartesi) gün ve 2017/300/ 32 sayılı yazısı ile yanıt vererek, bir gün sonra, 28.02.2017(Salı) günlü toplantıya Prof.Dr.Mustafa Altıntaş olarak katılacağımı bildirmiştir. Ancak, anılan gündem ve ilgili disiplin dosyaları tarafıma incelenmek ve hazırlık yapabilmem üzere verilmemiştir. Bu eksiklik toplantı başlangıcında da tarafımdan dile getirilmiş, ancak bu istemlerim karşılanmaksızın toplantının oldu-bittiye getirileceği izlenimi sergilenmiştir. Toplantı yapılıp, içeriğine girme olanağı bulamadığım ve sürekli olarak başkan ve tek bir görüş, öneri, değerlendirme yapmayan üyelerin “kısa kesmem” yollu uyarılar eşliğinde görüşmelerin tamamlanmasından sonra, karşıoy gerekçemi yazmak için istemiş olduğum dosyalar, karardan bir gün sonra,  01.03.2017 Çarşamba günü  internet üzerinden e-mektup adresime yüklenmiştir.
Bu itirazlarımın dayanaklarını burada, Bakanlar Kurulu Kararı ile iletmek ve bilgilendirmek isterim:
“Bakanlar Kurulu tarafından  17.09.1982-8/5336 sayılı sayılı kararı ile 24.10.1982  gün ve 17848 sayılı RG’de yayımlanarak yürürlük kazanan “Disiplin Kurulları ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik”(ek ve değişiklikleri 13.01.1986-86/10286 ve 04.07.2005-2005/9138 BKK) in, Kurulların toplantı ve çalışmalarına ilişkin esasları düzenleyen 9.maddesini aynen aktarıyorum :  “Madde 9; Toplantı gündeminin düzenlenip ilgililere dağıtılması, toplantının belirli gün, saat ve yerde ve 24299Kurullarda raportörlük görevi Başkanın görevlendireceği bir üye tarafından yürütülür. Üyeler kendilerine havale edilen dosyaları en geç 7 gün içinde incelerler”.
Buna ilişkin bir başka bilgilendirme belgesi ise, YÖK Başkanlığı’nın 25.04.2016 gün ve 24299 sayılı yazısıdır. Temsilcisi olduğum Eğitim-Sen Genel Başkanlığı’na gönderilen bu yazı, ÜDK’nda  itirazlarını görüştüğümüz Girginer’in, YÖK-YDK’na yaptığı itirazın görüşüleceği tarih ile soruşturma dosyasının tarafımdan alınıp,incelenmesi çağrısını içermektedir ve YÖK-YDK Başkanı adına imzalanmıştır. YÖK Başkanlığı, toplantı tarihi olan 04.05.2016 gününden, 7 gün önce bu bildirimde bulunmuştur.
Bütün bu eksiklikler, toplantı başlangıcında dile getirilmiş,  ancak kör  peşin hüküm sahibi olduklarına  tanıklık ettiğim ve görüşülen itirazlardan bilgi sahibi olmadıklarından kuşku duymadığım(çünkü önlerinde görüşülmekte olan dosyalar, yada bunlarla ilgili bilgi notları bulunmadığı gibi, boş gözlerle, başkan ve benim aramda geçen karşılıklı konuşmaları, zamanı kıt insanların sabırsızlığı içinde, yalnızca izliyorlardı) “üyemizin itirazını ret etmek doğrultusunda oylamada el kaldırmak” için bulundukları kanısını bende yaratan çoğunluk tarafından, karara bile dönüştürülmemiştir. ÜDK toplantısına katılanların, peşin hükümlü ve kör-ön yargıya sahip olduklarına dönük saptamalarım beni isyana sürüklemiş ve “itirazın reddi konusunda peşin ve kör yargıya sahip iseniz, bunu bana söyleyin de ne kendimi gerçeği anlatmak, sergilenen disiplin terörü konusunda sizleri bilgilendirmek boş çabasına girmeyerek kendimi yormayayım, sizleri de bunları dinleme zorunda bırakmayayım” deme noktasına beni getirmiştir..
Bütün bunlar toplantının, daha başlamadan yasa ve hukuk kurallarına uyulmaması nedeni ile, yok hükmünde sayılmasını gerektirir işlemlerle sakatlanmıştır.
b)       Görüşmeler Sesli ve Görüntülü Kayıt Altına Alınmamış, Toplantı Sonrası İmzalanması Gereken Özet Karar Düzenlenmemiştir:
Kurul görüşmelerinin, sonradan oluşabilecek anlaşmazlık ve uyuşmazlıklarda kanıt olarak kullanılmak amaçlı olarak sözlü ve görsel kayıt altına alınması uyarısı tarafımdan yapılmış, toplantı sonrasında özet kararın imzalanarak, katılanlara ve tarafıma verilmesi istenilmiş, ancak bu uyarı ve istemimin gereği yerine getirilmemiştir.
BKK’nın 13. Maddesi hükmüne göre yürütülmesi gereken görüşme, bu kurala da uyulmaksızın yürütülmüş ve sonlandırılmıştır. Çiğnenen 13. Maddeyi aynen aktarıyorum :” Madde 13 - Kurullarda raportörün açıklamaları dinlendikten sonra işin görüşülmesine geçilir. Konunun aydınlandığı ve görüşmelerin yeterliği sonucuna varılınca oylama yapılır. Kurullar oy çokluğu ile ve açık oyla karar verirler. Oylamada çekimser kalınamaz. Başkan oyunu en son kullanır”  (Ayrıca bkz.mülga Yükseköğretim Kurumları Yönetici,Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği(DY) md.38,39ve izleyen md.ler).
Yukarıda alıntıladığım BKK’nın 9. Maddesi uyarınca, Başkan tarafından raportör olarak görev yapacak bir kurul üyesi görevlendirilmemiş, bu nedenle işin görüşülmeye geçilmesinden önce dinlenilmesi gereken raportör açıklamaları dinlenilmemiş, başkan oyunu, en son olarak kullanma yerine, en önce kullanmıştır. Yine 7 gün üyeler tarafından incelenmesi gereken dosyalar tarafıma verilmemiştir.
Ve toplantıda, üyeler tarafından imzalanması ve katılanlara verilmesi gereken KARAR ÖZETİ düzenlenmemiş ve tarafıma bir örneği verilmemiştir.(Bkz. BKK, Md.13)
Toplantı nisabının ölçüsü olması gereken “Katılım Listesi” bile düzenlenmemiş, toplantı sonrası, ısrar ve direnmem üzerine, ele geçirilen boş bir kağıda, varolanların el yazıları ile  düzenlenebilmiştir.
c)       Disiplin Kurulu Başkanlığı 2547 Sayılı Yasanın 53/E Maddesine Aykırı Olarak Oluşturulmuştur:
Sendika üyesi üniversite çalışanların dosyalarının görüşülüp karara bağlanacağı Disiplin Kurulları(DK), “Sendika Temsilcisi” nın katılımı ile oluşur. Bu biçimde oluşturulması gereken DK Başkanlığı, katılanlar arasında yer alan “en kıdemli prof. üye” tarafından yürütülür. Benim de katılmam ile belirlenmesi gereken başkan, yokluğumda kararlaştırılmıştır. Oysa ki, sendika temsilcisi olarak katılan ben, toplantıya katılan 15 üye içinde, en yaşlı ve “ en kıdemli profesör” olmam, yaptığım itiraza karşın, yokluğumda, oldu-bitti yöntemi ile belirlenen Prof.Dr. İsmet TAN başkanlığında yürütülmüştür.
d)       Görüşmelerde Konunun Aydınlığa Kavuşmasına İzin Verilmemiş, Anlatımlarımı Kısa Kesmem Çeşitli Kereler Yinelenmiştir:
BKK ‘nın 13. Md. uyarınca, en geç yedi için incelenmek amacı ile tarafıma verilmesi gereken dosyalar verilmediği gibi, yine 13.md. uyarınca konunun aydınlığa kavuşturulmasına ilişkin sunumlarım, Başkan ve üyelerin kerelerce engellemelerine konu olmuştur. Üyelerden, Başkan dışında hiçbirinin dosya içeriği ile ilgili “tek sözcük” etmemeleri, önlerinde, kendilerine de dağıtılmamış dosyalar nedeni ile olacak, tek yaprak bulunmaması, görüşmelerin amacı olan, itirazın ve gerekçelerinin incelenmesini, gerçeğin araştırılmasını önlemiştir.
e)       Sürdürülen Disiplin İşlemleri Yüksek Yargı Organları Kararlarına Aykırılık Taşıdığından Yokluk İle Sakatlanmıştır:
1982’den bu yana, Anayasa kurallarına aykırı olarak yürürlükte tutulan Disiplin Yönetmeliğinin(DY) dayanağını, 2547 Sayılı Yasanın 53/b  maddesi,  AYM ‘nin 14.01.2015 gün ve E:2014/100, K:2015/6 sayılı kararı ile iptal edilmiş, disiplin suçu oluşturabilecek eylem ve işlemler, disiplin soruşturması yöntemi, disiplin amiri ve disiplin kurulu vb. alanlardaki düzenlemeler, yasal dayanaktan yoksun duruma düştüğünden ortadan kalkmıştır.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, AYM Kararının yayımlanması üzerine, Sendikamızın yaptığı başvurusu üzerine, 29.04.2015 gün ve E:2013/826, K: 2015/1654 sayılı kararı ile, AYM tarafından iptal edilen hükümlerin, yasal düzenleme için verilen 9 aylık süre için de geçersizliğine hükmetmiştir.
YÖK Genel Kurulu, bu iki yüksek yargı organı kararından sonra, yükseköğretim kurumlarında disiplin işlemlerinin yürütülmesine ilişkin bir karar almış ve tüm yükseköğretim kurumlarına iletmiştir, 12.11.2015 gün ve 2015.14.486 sayılı bu karar da Sendikamız tarafından yargıya taşınmıştır. Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 günlü, E:2016/1221 sayılı kararı ile, YÖK Genel Kurulu’nun “melez disiplin mevzuatı” nın yürütülmesi durdurulmuştur. Bu karar ile, 09.03.2016 gününden sonra, DY ile disiplin işlemlerinin yürütülmesi hukuk dışılık ile sakatlanmıştır.
Bunun böyle olduğunu, YÖK-YDK uygulaması ile örneklemek isterim. Sizin de belgeliklerinizde bulunan, YÖK Başkanı Saraç imzalı,13.01.2016 gün ve 1555 sayılı “emirname” ile, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atanlar hakkında başlatılan “cadı avı” nda, ön sıralarda yer alma yarışına giren rektörler tarafından 13 öğretim üyesinin dosyalarının görüşülmesi için, YÖK-YDK 20.07.2016 günü toplantıya çağrılmıştı. Ancak, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 günlü 2016/1221 E. Numaralı kararının yayımlanmasından sonra, 20.07.2016 günlü YÖK-YDK toplantısının, belirsiz bir tarihe ertelendiğini tarafımıza bildirmiştir. Yani YÖK-YDK, bu karardan sonra yapılacak disiplin işlemlerinin tümü ile hukuka uyarlı olamayacağı görüşüne varmıştır. YÖK-YDK disiplin işlemlerini, 2547 Sayılı Yasanın 53 üncü maddesi değişikliğinin yayımlandığı 09.12.2016 gününden sonra görüşmeye almıştır.
f)        Üyemiz Girginer hakkında, FEF Dekanı ve Fakülte Disiplin Amiri tarafından başlatılan ve FEF Disiplin Kurulu’nun 08.04.2016 gün ve 01-01 sayılı kararı ile verilen ve iyi hal indirimi nedeni ile “1/30 oranında aylıktan kesme cezasınadönüştürülen “Kademe Durdurulması Cezası” na yapılan itiraz, YÖK-YDK’nun 04.05.2016 günlü, benim de katıldığım,  oturumunda görüşülmüş ve yetersiz bulunarak üniversitesine geri gönderilmesi karar verilmişti. YÖK-YDK Kararı, Rektörlük tarafından, dosyanın geri gönderilmesi gerekçesine dayalı incelenmesi amacı ile FEF Dekanlığı’na iletilmiştir.
Dekanlık, önceki Soruşturma Komisyonu’nu, YÖK-YDK ve Rektörlük yazısını ilgi kurarak, yeniden görevlendirmiştir. Aynı Soruşturma Komisyonu tarafından yeniden düzenlenen 12.07.2016 günlü Raporda, “Soruşturma Genişletilme Tarihi” 17.06.2016 günü olarak belirtilmiş bulunmaktadır. Oysa ki, yukarıda, AYM, Danıştay DDGK ve Danıştay 8.D. kararları ve YÖK-YDK’ nun, 09.03.2016 günlü D.8.D. kararından sonraki uygulamaları ortada iken, böyle bir görevlendirmenin ve soruşturmanın genişletilmesi kararı ile bu görevlendirilmeye dayalı olarak “soruşturmanın genişletilmesi” (!) nin hukuksal geçerliliği, içeriğindeki düzmece ve gerçek dışılıklar bir yana, konu bile edilemez.
BÜTÜN YUKARIDAKİ AKTARDIĞIM HUKUKSAL GEREKÇELER VE EKSİKLİKLER NEDENİ İLE, 28.02.2017 GÜNLÜ ÜNİVERSİTE DİSİPLİN KURULU TOPLANTISI VE ALDIĞI İTİRAZIN REDDİNE İLİŞKİN KARAR HUKUKA UYARLI OLMAYIP, YOK HÜKMÜNDEDİR.
II.                  VERİLEN DİSİPLİN CEZALARINA İTİRAZIN REDDİ KARARINA ÖZDE KARŞIOY GEREKÇEM:
A)      1/30 ORANINDA MAAŞ KESME CEZASINA  YAPILAN İTİRAZIN REDDEDİLMESİNE İLİŞKİN KARŞIOY GEREKÇEM:
1.       Disiplin soruşturması; hepsi aynı gün, 07.10.2015 günü 11 öğrenci tarafından verildiği ileri sürülen talep ve şikayet nedeni ile açılmıştır. Fakülte disiplin amiri FEF Dekanı, Prof.Sadık Dinçer,Doç.Dr. Güray Kılıççeker ve Doç.Dr. Mehmet Karakılçık’ı Soruşturma Komisyonu olarak görevlendirmiştir.
2.       Görevlendirme, Soruşturma Komisyonu olarak görevlendirilmiş üyeler adına değil, 12.10.2015 gün ve 77371 sayılı “DAĞITIM YERLERİNE” başlığı ile yapılmış olup, disiplin konusu, onbir öğrencinin ekli dilekçeleri olarak işaret edilmiştir.
3.       Dosyada, onbir öğrenci tarafından verildiği ileri sürülen bu dilekçeler yer almadığından, soruşturma konusunu buradan izlemek mümkün olmamıştır. Bu nedenle atılı suçlamaları, gönderme yapılan onbir dilekçeden yola çıkarak hazırlandığını varsaydığımız ve Komisyon Başkanı olarak Sadık Dinçer tarafından, üyemiz Serdar Girginer’e, 04.11.2015 günlü savunmaya (İFADE OLMALI) çağrı yazısından yola çıkarak, aşağıdaki tablonun ortasında (B Sütununda) yer alan iddialar yöneltilmiştir.
4.       Tablonun solunda yer alan (A) sütunu, ¼ maaş kesme cezasına konu kılınan suçlamaları göstermektedir. Solunda (C) sütunundaki suçlamalar ise, YÖK-YD’nun 15.02.2017 günlü görüşülmüş ve önerilen  “Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezası”, OYBİRLİĞİ ile ret edilmiştir. Bu ceza önerisi ve ret kararını,  üyemizin itiraz ettiği disiplin cezaları ile ilgisi bulunmamaktadır. Ancak, (B) ve (C) sütunlarında yer alan suçlamaların, birbirinin benzeri olduğunun ve 2016 yılı içinde üyemiz Yrd.Doç.Dr. K.Serdar Girginer’e yönelik “DİSİPLİN TERÖRÜNÜN” boyutlarının kanıtını oluşturmaktadır.
5.       (A) ve (B) sütununda yer alan suçlamaların, yönlendirilmiş, özendirilmiş ve muhbirlik için ödül vaad edilmiş öğrenciler tarafından yapıldığı sırıtmaktadır. Bölüm Başkanlığı ve Dekanlığın, soruşturmacılar ve hatta FEF Disiplin Kurulu üyelerinin ortak bir kumpası olduğu konusunda, yadsınması mümkün olmayan kuşkularım bulunmaktadır. 
6.       Üyemiz Girginer, 22.02.2016 günü, kendisine bildirimde bulunan bu cezaya itiraz etmiştir. İtiraz, Rektörlük bu itirazı, itirazın karara dönüştürülmesi ile YÖK Başkanlığına iletmiştir.
7.       Dekanın kaptan köşkünde oturarak ve disiplin amiri olması nedeni ile uydurulmasına katkıda bulunduğu bu disiplin işlemi, TÜMÜ ile Bölüm yöneticilerinin kendilerini ele veren kin ve intikam duygularının ürünü olduğunu göstermektedir. Bu gerçek, üye olarak katıldığım YÖK-YDK’nun 04.05.2016 günlü oturumunda görüşülmüş ve önerilen cezaya yapılan itiraz, yerinde bulunmuştur. YÖK-YDK’nun 2016-49 sayılı bu karar ile; “ …Yönelik iddialar ile ilgili olarak, iddiaları  kanıtlar nitelikte yeterli delil(bilgi ve belge) bulunmadığı, bu haliyle ilgiliye isnat edilen fiilde “GÖREVİN YERİNE GETİRİLMESİNDE DİL, IRK, CİNSİYET, SİYASİ DÜŞÜNCE, FELSEFİ İNANÇ, DİN VE MEZHEP AYIRIMI YAPMAK, KİŞİLERİN YARAR VEYA ZARARINI HEDEF TUTAN DAVRANIŞLARDA BULUNMAK”  ve “AMİRİNE, MAİYETİNDEKİLERE, İŞ ARKADAŞLARI VEYA İŞ SAHİPLERİNE HAKARETTE BULUNMAK VEYA BUNLARI TEHDİT ETMEK” DİSİPLİN  SUÇUNU İŞLEDİĞİ YÖNÜNDE TAM BİR KANAATİN OLUŞMADIĞI, BU NEDENLE SORUŞTURMANIN GENİŞLETİLMESİ AMACIYLA SORUŞTURMA DOSYASININ ÜNİVERSİTESİTEYE İADESİNİ,YENİ RAPOR HAZIRLANMASINI…” sonucuna varmıştır.
8.       YÖK—YDK kararı, Rektörlük tarafından FEF Dekanlığına iletilmiştir. Disiplin amiri Dekan, YÖK-YDK’nun “soruşturulmanın genişletilmesi” kararının gereğinin yapılması için, önceki rapor sahiplerini 17.06.2016 günü görevlendirmiştir.
9.       Soruşturmacı takımı, onaylanmayan ve önerdikleri cezaya karşılık gelmediği belgelenen YÖK-YDK’nun kararının gereğini, YAPAR görünerek, önceki raporları üzerinde kimi oynamalar ile “öncekinin aynısı”nı, 12.07.2016 günü  Dekanlığa sunmuşlardır.
10.    12.07.2016 günlü bu güya genişletilmiş soruşturma raporu, ile 26.01.2016 günlü önceki raporu karşılaştırdığımda şu sonuçlar saptanmıştır:
a)       6.soruda; ilk raporda not itirazında bulunan öğrenciler kanıt olarak gösterilmiştir. Sonraki raporda ise, tek bir öğrenci dilekçesi kanıt olarak kabul edilmiştir.
b)       Komisyon üyeleri kendi bilim dalı ve alanı ile ilgisiz olmalarına ve dersleri izleyen kesmelerden olmamalarına karşın, derste şikayet edilen konuların anlatılmadığını  ve müze teşhirinin her zaman aynı olmadığı yollu değerlendirmeler yaparak, kendilerini bilirkişi konumuna sokmuşlardır.
c)       İlk raporda yer almayan kimi çamur atıcı ifadelere yer verilmiştir. Üyemizin, öğrencilerin bölüm yöneticileri tarafından muhbirliğe özendirilmelerini, kışkırtıldıklarını, ihbar kabul edip, üniversite yönetimine incelenmesini önerme yerine, kendilerini görevlendiren yöneticilerin savunuculuğuna soyunmuşlardır.
d)       Dosya içinde üyemiz Girginer için, suçlamaları ret edici, sınıfta kimi öğrencilerin Girginer’e cephe açmaları ifadeleri dikkate bile alınmazken, tek bir öğrencinin ihbarı, ciddi olarak kabul edilerek, amacın gerçeğin ortaya çıkartmak değil, suç üretmek olduğunu ortaya sermişlerdir.
e)       Öğrenciler arasında hiçbir ayırım yapmazlığını kanıtlayıcı bilgilendirme ve tanıklıklar göz ardı edilmiştir.
11.    SORUŞTURMANIN GENİŞLETİLMESİ GÖREVİNİ ÜSTLENMİŞ OLAN KOMİSYON, ÜYEMİZ Yrd.Dr.K.Serdar Girginer’in, güya genişlettikleri soruşturma aşamasında (ki,YÖK-YDK kararında genişletilmenin amacı, bilgi ve belge ile, önerilen cezanın gerekçelendirilmesidir)  İFADESİNE BAŞVURMAMIŞLAR, DİSİPLİN AMİRİ DE, GÜYA GENİŞLETİLMİŞ BU RAPORU FAKÜLTE DİSİPLİN KURULUNA TAŞIMAMIŞ, ÜYEMİZ GİRGİNER’E BU GENİŞLETİLMİŞ OLDUĞU İLERİ SÜRÜLEN RAPOR ÜZERİNDE SAVUNMA HAKKI DA TANINMAMIŞTIR.
12.    Her iki raporun karşılaştırması, YÖK-YDK’nun işaret ettiği ve suçun işlendiğine ilişkin somut, duraksanmayacak bilgi ve belge eksikliklerinin tekinin bile gereğinin yerine getirilmediğini göstermektedir. Çünkü, disiplin suçu üretim merkezi olarak işlev gören ve bu amaçla hiçbir insani ve ahlaki değerleri ipleyenlerin, suç üretimi konusunda ellerinde başka uyduruk gerekçelerinin yokluğudur. Yani, YÖK_YDK nun verdiği görev yerine getirilmemiş, aynı rapor Üniversite Disiplin Kurulu’nun önüne getirilmiş ve bu disiplin çeteciliği konusunda bilgi edinme gereksinimi duymayan heyet tarafından, okunma ve inceleleme yapılmadığından üyemizin cezanın iptal edilmesi isteği red edilmiştir.
13.    Rektörlük,  bu raporu, 19.07.2016 gün ve 26096 sayılı yazısı ile YÖK Başkanlığına göndermiştir. YÖK Başkanlığı, 2547 Sayılı Yasanın 53 üncü maddesinin, 6764 Sayılı Yasa ile değişikliği gerekçe göstererek, kademe ilerlemesi cezasına yapılan itirazın görev ve yetkisinin Üniversite DK olduğunu bildirmiştir.
SONUÇ :
Soruşturma konusu kılınan suç atımları, iftira olup, YÖK-YDK kararında da belirtildiği gibi, bilgi ve belgeden yoksundur.
Fakülte ve Bölüm Yönetimi, öğrencileri, Girginer’den kurtulmak için, muhbir olarak kullanmışlar, onları muhbirliğe özendirmişlerdir.Bu suçtur ve cezalandırılması asıl gereken öğrencileri erdemli yurttaş olmaktan çıkarıcı, onları, Girginer’in elinden alınan derslerden başarılı kılma yolunda vaatlerde bulundukları, dosyadaki işlemlerden sırıtmaktadır.
Girginer’in savunması, ceza verme yetkisine sahip disiplin amiri, ne de Disiplin Kurulu önünde savunma hakkını kullanmasına izin verilmemiştir.ortaya konulmadığı gibi, bu aşamada da  Girginer’in ifadesine başvurulmamış, bulunduğu ileri sürülen(ancak gerçekte olmayan) yeni bilgi ve belgeler konusunda kendisine başvurulmamıştır.
Bu genişletilmiş soruşturma raporu, Fakülte Disiplin Kurulu’na taşınmamış ve bu genişletilmiş(!) soruşturma raporu üzerinde Girginer’e savunma yapma hakkı tanınmamıştır.
Soruşturmacılar, Girginer’in ifadesini, ilettiği resmi belgeleri, lehire tanıklıkları değerlendirmemişler, görmezlikten gelmişlerdir.
Sınav sonuçlarına yapılan itirazların yöntemi Öğrenci Sınav Yönetmeliğinde belli iken,bu konuda da gereken özen gösterilmemiş, başı-sonu belirsiz iftiralar, soruşturmanın omurgasına dönüştürülmüştür.
Aşağıdaki Tabloda da kolaylıkla görüneceği gibi, Fakülte ve Bölüm Yönetimi, her üç soruşturmada da benzer suçlamaları kullanmış, bir eylem için birden fazla işlem yapılamayacağı kuralını çiğnemekten kaçınmamışlardır.
BÜTÜN BU ANLATIMLAR, DİSİPLİN İŞLEMLERİNİN BAŞTAN SONA, UYDURMA, BÖLÜM İÇİ KAVGANIN ÜRÜNÜ OLDUĞUNU GÖZLER ÖNÜNE SERMEKTEDİR. DEKAN, BÖLÜM BAŞKANI VE BÖLÜM BAŞKAN YARDIMCISI, SORUŞTURMACILAR VE FAKÜLTE DİSİPLİN KURULUNUN ORTAKLAŞA VE ÖĞRENCİLERİ KULLANARAK YARATILMIŞTIR. 28 ŞUBAT 2016 GÜNLÜ ÜNİVERSİTE DİSİPLİN KURULU DA, DOSYA İÇERİĞİNE, YÖK-YDK KADAR BİLE GİRMEKSİZİN, ÜYEMİZ GİRGİNER’İN KENDİSİ HAKKINDA OLUŞTURULAN DİSİPLİN CEZASINA YAPTIĞI İTİRAZI RET ETMİŞTİR. YÖNTEM VE ÖZÜ BAKIMINDAN BU KARARA KATILMIYORUM
B. FEF DİSİPLİN KURULUNUN 11.05.2016 GÜN VE 1/1 NOLU KARARINA, DEKANLIĞIN 11.02.2016 GÜN VE 21636 SAYILI YAZISI İLE BİLDİRİLEN “ 1/4 ORANINDA AYLIKTAN KESME CEZASININ İPTALİNE” İLİŞKİN İTİRAZININ ÇOĞUNLUKLA REDDEDİLMESİNE ÖZDEN/ESASTAN KARŞIOY GEREKÇEM:
Bu cezaya yapılan itirazın reddine ilişkin, 28.02.2017 günlü ÜDK kararına, önceki paragrafta yer verdiğim gerekçeler ve üyemiz Girginer’in itiraz dilekçelerindeki nedenlerine  ek olarak;
-          Soruşturmanın uydurma olması,
-          Bölüm Başkanı ile Başkan Yardımcısının, önce kendilerinin, Girginer’in kazı görevini bilmelerine ve izleyen hafta her iki dersin yapıldığı konusunda bilgi sahibi olmalarına karşın, iki ayrı tarihte iki ayrı tutanak tutmaları ve bu tutanağın yalnızca kendileri tarafından imzalanması,
-          Eğer bir dersin hocasının dersine girmediği bildirimi yada belirlenmesi sırasında yapılması gereken ilk araştırma, hocaya ulaşarak, derse girmemesinin olası kimi  sağlık sorunlarından mı olup-olmadığını araştırma yerine, bunların suçlama belgesi olarak büyük bir şehvetle kullanılması, bu kumpasın baş aktörlerinin Bölüm Başkan ve Yardımcısı olduğunun belgesidir. Hele hele üyemiz Girginer’in yaşam yoldaşı Bayan Girginer aynı bölümün öğretim elemanı ise, ilk yapmanız gereken, Bayan Girginer’den yokluğun nedenini öğrenmek olmalı değil midir?
-          15.12.2014 günlü tutanağın, gerçek olsa idi, işleme konulması yerine, ikinci haftanın beklenmesi ve ikinci haftada da benzer tutanak ile yetinmeyip, devreye iki imzasız ve isimsiz, adressiz ihbar mektubunun sorulması, işin aşağılık bir kumpas olduğunun kanıtlarını oluşturmaktadır.
-          Bölüm Başkan ve Yardımcısının tuttuğu bu iki uyduruk tutanak ile yetinmeyen müfteriler, devreye kimliği belirsiz iki muhbirin sokulması gerektiği düşüncesi ile olacak, kendi tuttukları 22.12.2016 günlü tutanaklardan sonra, 26.12.2014 günlü, matbu, önceden hazırlanmış ve çoğaltılmış iki dilekçeyi dosyaya ekletmişlerdir.
-          İsimsiz muhbir ve müfteriler –ki bunların öğretim elamanı olduklarını düşünmekteyim- hangi tarihte olduklarını belirtmeden, pazartesi günü varolan iki dersten Seramik Sanatı Gelişimi Dersine, Girginer’in girmediğini ileri sürerken, yine aynı sınıfa vermekte olduğu “ Sümer-Akad Arkeolojisi Dersi” nin yapılmamasından şikayetçi olmamaktalar.  Bu iki müfteri, vize sınaından sonra Girginer’in AR201 kodlu derse girmezken, AR209 kodlu dersine girmediğinden söz etmemekteler. Bundan da öte, bu iki müfteri, bir yandan Girginer’in AR201 kodlu dersine,arasınav sonrası hiç girmediğinden söz ederlerken, yine aynı paragraf içinde programdaki gün ve saatin değiştirildiğinden söz edebilmektedirler.
-          Öğrencilerin ve burada disiplin suçu üreten çete, “devamsızlık hakkı” denen bir kavramı, suçlama olarak kullanmaktadır. Tek başına bu suçlama bile, disiplin çetesinin üniversite kavramından ne denli  nasipsiz olduklarını göstermektedir.Öğrenci öğrenim ve ders yönetmeliğinin hiçbirinde “devamsızlık hakkı” yer almamaktadır. Yönetmeliklerde “devam zorunluluğu/görevi” vardır ve hemen tüm üniversitelerde derslerin en az % 80 ine devam zorunluluğu kurallaştırılmıştır. Yani öğretim elemanı, bu asgari devam koşulunu, % 80’nin üzerine çıkartabilir. Bu, örgün öğretim öğrencilerinin derslere devamlarını ve ilgilerini sağlamak amaçlıdır.
-          Bu iki müfteri, yine, arkeoloji dalında öğrenim görenlerin bilimsel-teknik gezilerin yapılmasından değil, yapılmamasından yakınmaları gerekirken ve bu türden gezileri düzenleyenler ortada iken , Girginer’in fahiş fiyatla gezi dayatmasında bulunmakla suçlayabilmektedir. Soruşturmacı çetesi ise, bunun gerçekliğini araştırmadan, iftirayı suça dönüştürebilmişlerdir.Katılanların yüksek, katılmayanların düşük not aldıklarına ilişkin yalan,gerçek olarak kabul edilirken, bunların kimler oldukları merakında bile bulunmamışlardır.
-          Yine geziden soru sorulduğu yalanı yinelenirken, bu soruların neler olduğu da soruşturmacıların, muhbir bölüm başkanı ile yardımcısının, disiplin amiri dekanın,disiplin kurulu üyelerinin merakına konu olmamış, bunlar suç olarak kabul edilebilmiştir. Ayrıca bu bölüm başkanı, yardımcısı,dekanı,soruşturmacısı, fakülte disiplin kurulu üyeleri de, üniversitede derslerin, araştırmaya dayandırılması gerektiğinden de, öğretim üyesine düşenin ders aktarımında bulunma yerine, kaynak gösterme, araştırmaya yöneltme, bilgiye erişim için merak uyandırma olduğunu bile bilmekle, okul öncesi için görevlendirmelerinin uygunluk taşıdığı izlenimi vermekteler.
-          Son yalan ise, müfterilerin isimlerini gizlemek amacı ile Bölüm Başkanlığı ile Dekanlığa başvuruda bulunmaktan çekindiklerini söylerken, imzasız, isimsiz önceden hazırlanmış ve çoğaltılmış başvurularını Dekanlık adına iletmekten korkmamışlardır.
SONUÇ :
Bütün bu gerçekler, üst disiplin kurulu olarak, alt disiplin kurulu kararına yapılan itirazları,derinlemesine incelemesi gereken Üniversite Disiplin Kurulu da, itirazların görüşülmesinde gereken özen ve ciddiyeti gösterememiş, görevlerinin itiraz edilen cezayı onaylamak gibi bir saplantı içinde olmuşlardır. 28.02.2017 günlü oturuma katılan 15 üye,başkan dışında dosyaların ve itirazın dayanakları konusunda bilgi sahibi olmaksızın, fikir sahibi olmayı yeğlemişlerdir.
Bütün bu nedenlerle hukuki, insani olmayan ve etik değerlerden uzak bu karara katılamıyorum. 28.02.2017
Fakülte Disiplin Kurulu’nun                Fakülte DK’nun 05.02.2016                FEF Dekanının 27.09.2016     
15.05.2016 Günlü ¼ Oranında    Günlü 1/30 Oranında Maaş                       gün ve E.122169 sayılı yazı
Maaş Kesme Cezasına Konu             Kesme Cezasına Konu Kılı-                ile Girginer hakkında önerilen
Kılınan Suçlamalar                              nan Suçlamalar                                      “Devlet Memurluğundan Çıkarma
                                                                                                                                    Cezası” Önerisine Konu Kılınan
                                                                                                                                    Suçlamalar__________________
                               A                                                            B                                                                           C
1.       SORUŞTURMA (Hamza- 2 isimsiz)
2.       SORUŞTURMA  (Sadık 11 dilekçe)
3.       SORUŞTURMA (Son)
Programda Pazartesi günü saat 08.15-10.00 arasında D5 dersliğinde yapılması gereken ‘AR 210 Seramik Sanatının Gelişim I’ dersinin programını Perşembe günü 15.15-17.00 arasına değiştirilmesi ve vizeden sonra bu dersin yapılmadığı
2014-2015 Eğitim öğretim yılında hakkınızda açılmış ve sonuçlanmış bir disiplin soruşturmasına konu olan dilekçeleri veren muhtemel 3. Sınıf öğrencileri için 15 kişiden oluşan bir öğrenci listesi hazırladığınıza dair iddia
2015-2016 Bahar dönemi Babil-Asur Arkeolojisi II dersinde bir öğrencinin ‘Bu dönemde Hz.Musa ve diğer peygamberlere dair karşımıza kanıtlar çıkması gerekmiyor mu?’ sorusuna ‘Siz hala peygamber mi bekliyorsunuz? Onlar ve onlara dair kanıtlar arkeolojide çıkmadı ve çıkmayacaktır. Kitaplar da Sümer mitolojisinden derlemedir. Peygamber ve kitaplar hayal ürünü mitolojidir.’ Sözlerini söylediği iddiası
Öğrencilerden zorlama yoluyla yoklama alınması
Bu dilekçeyi yazması muhtemel öğrenciler çok ağır bedeller ödeyecek şeklinde veya bu anlamda bir sözü söylediğinize dair iddia
Derslerde  öğrencilere ‘en gerzek, en aptal öğrenciler beni buluyor şeklinde küçük düşürücü sözler söylediği iddiası
Öğrencilerin derse devama zorlanması devamsızlık süresinin kısıtlanması tehditi
Bu disiplin soruşturmasından sonra 3. Sınıf öğrencilerine karşı özellikle derslerde alaycı ve tehditkar davranışlarınız, kitabı olmadığı için sınıftan öğrencinin çıkartılması hakkındaki iddia
Daha önce hakkınızda şikayetçi olan öğrencileri biliyor musunuz? Bunları bilip bunlara mobbing uyguladığınız, sınav kağıtlarını yanlı okuduğu iddiası
Bölüm inceleme gezilerine katılmama durumunda dersten kalma tehditi
Ders araç gereç temininin öğrencilere yaptırılması ve öğrenciden kaynaklanan sorunların tüm sınıfa yansıtılması ve göstermediğiniz slayt ve görselleri sanki göstermiş gibi kabul ederek sınavlarda sorumlu tuttuğunuza dair iddia
Ders araç gereçlerini temin etmediği, gösterilmeyen slaytlardan sorumlu tuttuğu, maddi olarak kaldırılamayacak kadar çok kaynak önerdiği ve hepsinin içeriğinden sorumlu tuttuğu
Derste öğrenci başarı notlarının, bölüm inceleme gezisine katılanlar ve katılmayanlar için farklı ve yanlı verilmesi iddiası
ÇÜ Ön lisans ve lisans yönetmeliğinde yer alan ders geçme sisteminde yer alan not hesaplama otomasyonunda kullanılan çan eğrisi var ise sizlerin başarısını değerlendirmede benim de size karşı yöntemlerim var iddiası
Dini hassasiyeti olan öğrencileri zorla onlara ters gelen yerlere götürdünüz mü? İnsanları kutsal kabul ettiği değerleri hiçe sayarak, inançlı insanları rahatsız edecek davranışlarda bulundunuz mu?
Dersin sınavlarında bölüm inceleme gezileri ile ilgili sorular sorulması iddiası
Cevap kağıdına itirazı önlemek için notu doğru verdiysem mevcut puanınızı kırarım şeklindeki iddia
Milli içkimiz ayran değil, gerçek arkeolog olabilmek için sigara ve alkol tüketmek gerek dediği iddiası

Eğitim öğretim amacıyla resmi kurumlardan alınmış ve öğrencilerin izinli gösterildiği gezi/geziler düzenlediniz mi?
Derste, benim oyum Hüseyin Sözlü’ye diyerek siyasi yönlendirme yaptığı iddiası

Gezilerde öğrencilerden ücret aldınız mı? Aldı iseniz bu ücreti nasıl belirlediniz, gezi sonrası öğrencilere ve yöneticilere harcama muhasebenizi verdiniz mi?


Gezilere katılmayan öğrencilerin derslerinizden geçemeyeceğini söylediğinize dair iddia


Gezilerde gösterdiğiniz yerleri ve bilgileri sınavlarda sorduğunuz ve geziye gitmeyen öğrencilerin başarısız olduğuna ait iddialar


Gezilerde öğrencilerin akşamları zorunlu olarak barlara götürülmesi ve eksiksiz katılımı sağlamak için yoklama alınması hakkındaki iddia


Derslerde anlattığınız konuya ait dökümanların öğrencilere verilmemesi ve kaynak sıkıntısı yaşanması hakkındaki iddia


Ben 2 haftadan fazla devamsızlık yapanı bırakırım dediğiniz ve öğrencileri NA ile bıraktığınıza dair iddia


Yöneticisi olduğunuz kazıda öğrenci-işçi olarak 3. Sınıf öğrencisi çalışıyor mu? Çalışıyor ise bu öğrencilere ne kadar ücret ödüyorsunuz? Çalıştığı halde ücretini ödemediğiniz öğrenci çalışanınız var mı?



Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
ÇÜ DK Üyesi(Eğitim-Sen Üyesi)