28 Mayıs 2017 Pazar

Bu ileti, 12.05.2017 günü iletildi. 13 Mayıs 2017 Cumartesi günü yapılan BEV Genel Kuruluna sunulmak üzere. Genel Kurul üyelerinden biri, "Atatürksüz 23 Nisan" başlığının atılmasına neden olanları kınamamın metinden çıkartılması isteme densizliğinden kendisini alamamıştır. Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen, eski BEV Başkanı,BEV Genel Kurul Başkanlığını üstlenen Mehmet Baykara, "metne dokunma hakkının olmadığını, isteyenlerin, kınananların Mustafa Altıntaş hakkında dava açabileceklerini" söyleyerek, bu densizliği def etmiştir. Bu metnin ve sergilenen çirkinlik ve soysuzlukların salonlara hapsedilmesini istemediğimden,metni ve açıklamayı, tarihe not düşmek amaçlı olarak buraya aldım. 28.05.2017




"Besni Eğitim Vakfı Genel Kurul Başkanlık Kurulu Başkan ve Üyeleri, Değerli Genel Kurul Üyeleri ve Konuklarımız,

Yapmakta olduğunuz genel kurula katılamamaktan ötürü özür diler, bağışlanmamı isterken, katkılarınız ile, geride bıraktığımız iki yılın iyice  değerlendirilmesini ve gelecek iki yıllık çalışma programımızın ve yol haritamızın belirlenmesinin sağlıklı biçimde saptanacağından kuşku duymamaktayım.1997'de kurucularından biri olma onuruna sahip olduğum BEV, bugün 20 yaşını tamamlamış bulunmaktadır. Yirminci yaşımız kutlu ve yolumuz açık olsun. Vakfımızı amacı,Vakıf Senedimizde çok geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.Amacımızın temelinde "geleceğimizin güvencesi olan genç kuşakların; bilgili,kültürlü, ahlaklı,sağlıklı Atatürk ve Cumhuriyetimizin demokratik,laik ilkelerine bağlı birer yurtsever,insansever olarak yetişmelerine yönelik hizmette bulunmak, yetenekli, fakat yoksul öğrencilerimize destekte bulunmak, ilkokuldan başlayarak,yükseköğretim kurumları kurmak, onların donanım eksikliklerini karşılamak" yer almaktadır. Yirmi yıllık geçmişimize baktığımızda,gerçekleştirdiklerimizin azımsanmayacak boyutlarda olduğunu görmekteyiz. Eğitim ve öğretimin öneminin ve kaçınılmazlığını bilinçlere yerleştirmek, Besnilileri kültür,sanat,bilim insanlarımızla biraraya getirmek amaçlı ülkemizde ve dünyamızda ilk ve tek olan Besni Eğitim Bayramını ete kemiğe büründürdük. Bundan, kuruculardan biri olarak kıvanç duyuyorum ve emek veren önceki yönetim organlarımızda görev alan,katkıda bulunan herkese teşekkür ediyorum. Bu arada BEB'e katılan ve bir Besni-Sever kıldığımız ve 21 Mart 2017 günü sonsuzluğa göç ederek aramızdan ayrılan tv programcısı, gazeteci,yazar Sevgili Dostum Tayfun Talipoğlu ile birlikte,, yaşamlarını yitiren önceki başkanlarımızdan Mustafa Işıklı ile Zübeyr Özbay, anımsayabildiğim kurucularımızdan S.Vakkas Kaleağası,Tülin Kaleağası,Fevzi Erdoğan,Ömer Kocadayı  da burada saygı ile anmak ve duyabileceği biçimde onlara teşekkür etmek isterim.

 Değerli BEV ciler,

 Son iki senedir, BEB mını, kimi gerekçelerle yapmaktan alıkoyulmaktayız. Bu alıkoymalara gerekçe kılınan nedenleri,özellikle de "güvenlik" gerekçesini anlamakta ve kabul etmekte zorlanmaktayım. Kaymakamlık ve Belediye Başkanlığının katkı ve katılımları ile gerçekleştirilen Besni Eğitim Bayramının güvenlik kuşkusunu gidermekle görevli Kaymakamlık ve Valilik tarafından engellenmesini,iptal edilmesini, Türkiye Cumhuriyeti  Devletine haksızlık olarak algılamaktayım. Yıl boyunca, gerek resmi gerekse özel kurum ve kuruluşlarca düzenlenen "Atatürk ve demokratik,laik Cumhuriyet ilkeleri karşıtlığının özendirildiği,kışkırtıldığı" toplantılarda söz konusu kılınmayan  "güvenlik kuşkusu" her nedense BEB için kolaylıkla öne sürülmektedir. Bunun sonlanmasını ve bu konuda etkin çalışma yürütülmesini,yönetim görev ve sorumluluğu üstlenecek arkadaşlardan rica ediyorum.

Son söz olarak, Vakıf Senedinimizde ilkelerine bağlı yurtsever kuşaklar yetiştireceğimiz ulusal ve evrensel değerimiz olan M.Kemal Atatürk'e son zamanlarda yapılan alçakça ve soysuzca saldırıları şiddetle kınamayı bir görev olarak huzurunuza getirmekten onur duymaktayım. Aynı biçimde, kurucu üyelerimizden Sayın Şekip Önder'in sahibi olduğu Besni Ekspres Gazetesi'nin 25 Nisan 2017 günlü sayısındaki "ATATÜRKSÜZ 23 NİSAN!" başlığına dikkatinizi çekerim.Atatürk Posterinin asılmaması ve törende konuşan okul müdürünün ve ilçi milli eğitim müdürünün 23 Nisan 1920'de, işgal edilen ve dağıtılan Meclis-i Mebusan yerine, ulusun egemenliğinin korku bilmez temsilciliğini üstlenen BMM'nin kurucusu ve aynı zamanda bu günü,bayram olarak çocuklara armağan eden Mustafa Kemal Atatürk'ü tek sözcük ile bile anmamaları, anımsamamaları, soysuzluğun değilse bile,değer bilmezliğin ve saygısızlığın çirkin örneklerinden olup,bunu ve buna susarak destek veren Kaymakam Ahmet Gencer'i ve O'nu izleyen öteki protokolde yer alanları  huzurunuzda kınıyor, ayıplıyor ve bu saygısızlığı protesto ederek toplantıyı terkeden  değerli hemşerilerimi ve konuyu gündeme taşıyan Besni Ekspres Gazetesi'nin emekçilerini ve sahibi Şekip Önder'i alkışlıyorum.Bunların bir daha yaşanmaması ve bu türden soysuzlukların sergilenmemesi için,yetkilileri göreve çağırıyorum.
Hepinizi yeniden selamlarken, saygılarımı yineliyorum. Yeni görev ve sorumluluk üstlenecek arkadaşlarımıza, hepimizin ve başta benim yardımcı olmamız gerektiğini anımsatıyorum. Saygılarımla."
   

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Aşağıdaki söyleşi, dihaber Ajansı tarafından 14.05.2017 günü gerçekleştirilmiş,özeti ise 15.05.2017 günlü "Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi"nde yayımlanmıştır.

Akademisyen Altıntaş: HDP, CHP’nin de meşruiyetinin güvencesidir

14 Mayıs 2017

YÖK Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, “Artık cin şişeden çıkmıştır. Kürt siyasal hareketi baskı, yıldırma ve korkuyla tasfiye olmaz” dedi ve CHP’nin bu tasfiye içindeki payının “HDP’yi rakip görmesinden” kaynaklandığını söyledi.

Türkiye, kritik ve önemli gelişmeler yaşıyor. Bir yandan kuşkulu referandum sonuçları üzerinden inşa edilmeye çalışılan yeni siyasal sistem, öte yandan ağırlaşan ve kriz haline gelen sorunlar. Bütün bu gelişmelerin içinde bir de Kürtlere ve muhaliflere yönelik sistemleşen saldırılar. Türkiye’nin önemli entelektüellerinden biri olan ve yaratılan korku atmosferine rağmen Türkiye’nin vicdanı sayılan YÖK Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi, Eğitim Sen Temsilcisi Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, Türkiye’deki sorunlar, HDP, AKP ve CHP’de yaşanan gelişmeler, Kürt siyasetine ve muhaliflere yönelik saldırılara ilişkin dihaber’in sorularını yanıtladı.

* Referandum tartışmalı bir şekilde kabul edildi. Tartışmalar sürüyor, ne dersiniz?

Türkiye, 12 Eylül 2010’dan bu yana gerçekte sürekli olarak bizzat iktidar tarafından gerçekleştirilen bir darbeler silsilesi yaşıyor. Referandumda hukuk güvencesinin ortadan kalkmaması için toplumun geniş kesimleri büyük emekler verdi. Fakat verilen bu emekler seçimin güvenliğini sağlamakla görevli olan YSK tarafından son anda, oylamaların nihayetin erdikten oyunun kurallarını bir kısım manipülasyonlara kapı aralamak amacıyla değiştirildi. Hukuk organı tarafından yapılan bu darbe Türkiye’nin yazgısını değiştirdi.

* Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK) işaret ettiniz ama yargının başka kurumları da tartışılıyor?

Evet. Danıştay Başkanı kendisi hukukçu değildir, benim programından mezundur. Öğrencim olup olmadığını anımsamıyorum. Bu bir parti militanı gibi Erdoğan’ın da ötesine de geçerek bu referanduma meşruiyet kazandırmaya girişti. Danıştay Başkanının bu türden bir kimlik değişimine girmesi bile tek başına yapılan şaibeyi gösterir. Dürüst bir halk oylaması olsa, sanırım yüksek yargıçların bu türden bir savunuya girmesi gerek olmazdı. Bu bile hayırcıların kuşkularından haklı olduklarının kanıtıdır. OHAL koşullarında ve KHK desteği ile yapılan düzenlemeler darbenin aşamalarıdır. Bütün bunlara rağmen hükümet meşruiyet sorunu yaşıyor.

* Bu tartışmalar arasında AKP’nin kongreye gitmesi neyin işaretidir?

AKP 3’üncü kez olağanüstü kongreye gidiyor. Olağanüstü kongreler esasında sorun olan partilerde olur. Diyelim ki HDP’de olduğu gibi yönetim kademelerine yönelik yargı eliyle yürütülen bir darbe vardır. Onun yarattığı boşluğu doldurmak amacıyla olağanüstü kongreye gidebilirsiniz. Buna bir diyeceğim yok. Ama iktidarı kazanmışsınız, 1 Kasım seçimlerinden sonra 2 tane hükümet kurmuşsunuz. Bunlardan biri seçimi kazanan Davutoğlu hükümetidir, sonra ona bir darbe yapmışsınız sonra Binali beyle birlikte atanmış bir hükümet kurmuşsunuz. Şimdi ise atanmış başbakanı ve hükümeti de tasfiye ederek bir süreç yaşanıyor. AKP başlangıçtan bu yana safra gördüğü kadrolarını tasfiye ediyor. Kuruculardan kaç kişi kaldığını sormak lazım. Ya da Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşları ve yazgı arkadaşları aynı yağmur altında ıslanan kaç arkadaşı var bunlara bakmak lazım.

* 20 Mayıs’ta HDP’nin, 21’inde Erdoğan’ın genel başkan seçileceği AKP’nin kongresi var. Peş peşe gelen bu iki kongre arasında ne tür farklar var?

HDP’nin kongresi zorunlu nedenlerden kaynaklanıyor. Hukuksal bir darbe yapılmış HDP’ye karşı. Türkiyelileşme iddiasında olan HDP’yi bölgeye sıkıştırma çabasıdır bu. CHP’yi kıyı kentlere sıkıştırma operasyonu var. Yani bu muhalefet partilerinin Türkiye partisi olmasına AKP izin vermiyor. AKP açısından da esas olarak AKP’nin de partileşme süreci halen tamamlanmadı. AKP Erdoğan’ın mülkü olarak varlığını sürdüren bir kuruluştur. Çünkü organları karar veremiyor. Binali Yıldırım kongre tarihinin ileri bir tarihte olacağını açıklamasına rağmen mülkün ana sahibi olan Recep Tayyip Erdoğan 21 Mayıs için Kongre kararı aldı. HDP’nin yaptığı kurultay içsel sorunlarından kaynaklanmıyor. Dışsal bir baskı ile hukuk adına yapılan zorlamalarla milletvekilliklerinin düşürülmesi ile HDP yeniden kendisini toparlama ve organlarını toparlama çabasına zorlandı. Sorunu yaratan HDP’nin içindeki gelişmeler değil, sorunu yaratan HDP’nin Türkiye partisi olmasına izin vermeyen AKP zihniyeti ve kendisidir.

* MHP’de de ciddi tartışmalar var…

HDP’nin tasfiyesine en büyük desteği veren parti MHP’dir. MHP aynı zamanda sürekli muhaliflerini tasfiye etmektedir. MHP tabanın sesini yansıtan bir parti olmaktan çıktı. Bir politbüro var MHP’de ve bunlar dikkat ederseniz tabanlarına karşı tutum aldı. Son halk oylamasında MHP’nin önemli kısmı hayırcı olarak ortaya çıktı.

* Asıl tartışma AKP’den beklenirken, CHP’de kurultay tartışmaları, “kapının önüne koyarım” restleri, disiplin süreçleri devreye girmeye başladı. CHP’deki bu gelişmeler neye işaret ediyor?

Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti liderliğine geçmesi, AKP ve FETÖ ortaklığı sırasında gerçekleştiği, bizzat bu kumpası gerçekleştirenler tarafından ifade ediliyor. O zaman bu özel yaşam değildir diyen Erdoğan daha sonra bunu FETÖ üzerine yamanması için ‘kumpas’ var demeye başladı. Kılıçdaroğlu’nu toplumun önüne çıkaran Deniz Baykal olmuştur. Baykal, Kılıçdaroğluna mesleği gereği bir kısım yolsuzluklar dosyasının kamuoyuna açıklaması görevini verdi. Kılıçdaroğlu müfettiş ve denetçi mesleğinden dolayı yaptırılan hizmetlerden dolayı kamuoyu önüne çıkarıldı. Bu Kılıçdaroğlu’nu popüler yapmıştı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı öne çıkınca kendisini tanıdığım için kendisine mektup gönderdim. Dedim ki parti içindeki desteğinizden çok sizin halkta desteğiniz var, o yüzden CHP’deki kimi kontların denetimine girme. Genel Başkanlıktan sonra ikinci bir mektup yazdım ve dediğim dedik politikasına hiç sapma, sen sanki iktidardaymışsın gibi yapmanız gereken politikaları gündemde tut, AKP’yi esas alma dedim.

* Peki şimdi?

Referandum sonrasında da yaşananlara ilişkin bir mektup daha yazmayı düşünüyorum. Esasında partinin önünü açmaya ve yeni bir sayfa açmaya dönük olarak kendi rızasıyla genel başkanlıktan ayrılması gerekir. Çünkü bana göre katıldığı her seçimde yüzde 25 barajına takılan CHP’nin yeniden toparlayıcı olması oldukça güç. O bakımdan yeni sese gereksinim var. Tıpkı Baykal’dan sonra Kılıçdaroğlu’na gereksinim doğmuş ise, bugünde başarısızlığı kanıtlanmış olan ve giderek de her an toplumsal tepkiyi pasifize etmekle görevliymiş gibi frene basan, bir söyledikleri ertesi gün yalanlanan, sine-i millet açıklaması yapan Sayek’in hemen grup başkanvekili tarafından yalanlaması gibi yanlışları CHP konusunda kuşku yaratıyor. 2019’da erken seçim olursa Kılıçdaroğlu’nun bu haliyle kitleler önünde engel olacağını düşünüyorum. Çünkü liderlik yapamıyor, partide değişimi işaret eden Fikri Sağlar gibi isimlerin istemlerinin saraydan yönetildiğine ilişkin kuşku yaratmıştır. Bu ciddi bir iddia ise Kılıçdaroğlu bunu açıklamak zorundadır.

* CHP’deki bütün bu tartışmalar sadece Kılıçdaroğlu’nun liderlik sorunundan mı kaynaklanıyor? Örneğin CHP’de, sol-sosyal demokrat kimliğine dönük arayışlar yok mu?

Türkiye’nin gereksinimi ciddi bir sol partidir. Etnik, dinsel, inançsal, mezhepsel birlikteliğin sağlandığı bir sol parti değil. Tam tersine emeğin egemenliğini savunan bir sol partiye ihtiyaç vardır. CHP’yi de kurtarmak için de solda ciddi bir partiye ihtiyaç var. Tıpkı DİSK’in desteği ile kurulan Türkiye İşçi Partisi gibi. Bu parti İnönü’yü bile ortanın soluna, Ecevit’i Demokratik Sol’a zorlamıştır. O dönem Adalet Partisine benzeşme yerine Adalet Partisi’nden uzaklaşma konusunda bir çabaya CHP’yi zorlayan emekten ve halktan yana bir parti olmaya zorlayan bir partidir TİP. Bu konuda HDP benzer bir işlev gördü ve CHP’yi esasında zorlaması gerekiyordu. Kürt sorunun çözümü, CHP’nin HDP’nin yanına yaklaşmasına bağlıdır. Kürt sorunu Kürtlerin değil, Türklerin sorunudur. Çünkü Kürtler benim yurttaşımdır, o yüzden bu sorunu çözmek bizlerin (Türklerin) sorunudur.

* Son günlerde çokça ifade edilen ittifak arayışlarına sizde işaret ediyorsunuz. Ama CHP’nin başından beri Kürtlerle, HDP ile yan yana görünme korkusu var…

CHP’nin HDP ile yan yana görünme kaygısı yanlıştır. Çünkü CHP tanrıdan bir ferman getirse ve ‘CHP HDP ile herhangi bir biçimde ilişki içinde değildir’ diye bir belge getirse bile, rakipleri olan iktidar partisi ile onun destekçisi olan MHP, CHP’yi kitlesinden uzaklaştırmak amacıyla HDP ile ittifak halinde gösterecektir. Yani hayır diyenlerin hepsi başlangıçta teröristti, sonra FETÖ’cü oldular. O bakımdan CHP’nin kendisini sakınması, uzaklaşma ile mümkün olacak bir şey değildir. Tam tersine eğer Türkiye’nin sorunlarını çözecekse CHP, HDP’nin Türkiyelileşmesi konusunda destek olması gerekmektedir. HDP’nin itilmek istendiği bölge partisi konumundan olabildiğince Türkiye partisi olmasına katkı sağlaması gerekir. HDP’nin meşruiyeti CHP’nin de meşruiyetinin güvencesidir.

* Peki, bu koşullarda böylesine geniş bir ittifak mümkün mü?

Erdal Bey (İnönü) bunu başardı. 1991 seçimlerinde partileşme sürecini tamamlayamamış olan Kürt yurttaşlarımızı parlamentoya taşıdı. Ondan sonra birliktelik yürüyemedi. Günümüzde de bu birlikteliği sağlamak ve ittifakı sağlamak CHP’ye düşen bir görevdir. HDP’nin buna evet demesinden önce CHP’nin bu niyeti ortaya koyması gerekir. HDP durduğu yerde duruyor ve Türkiye partisi olmaya çalışıyor. Buna engel çıkarılıyor. Bu engeli kaldırmakla CHP barışa katkıda bulunur. HDP’nin tasfiyesi konusunda ittifak yapmak dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda destek vermek, Türkiye’yi bugünkü çıkmazlara sürüklemiştir. CHP bu korkular üzerinden ‘Herkes için bu dokunulmazlık kaldırılsın’ derken esasında diğerlerine dokunulmayacağını, hedefin HDP olduğunu biliyordu. Bilmesine rağmen bu oyunun figüranlarından biri oldu.

* HDP’nin bu kadar saldırıya uğramasının, tasfiye edilmek istenmesinin nedenleri nedir?

HDP’nin en büyük başarısı, 7 Haziran seçimlerindeki başarısı olan parlamentoda 3’üncü parti kimliğine sahip olmasıdır. AKP 7 Haziran ve öncesindeki seçimlerde sahibi olmadığı oyları devşirdi. Kürt seçmenlerin Kürt siyasal hareketinin bağımsız adaylarla çıktığı yolda giderek partileşmesi ile AKP’nin en büyük rakibi oldu. HDP’nin tarih sahnesine çıkması, AKP’ye kazanmadığı seçmenin temsil etmesi gibi bir durumu ortadan kaldırda. AKP’nin daha önce Güneydoğu Anadolu bölgesinden aldığı oylara ve çıkardığı milletvekili sayısına bakın çok orantısızdır. HDP’nin partileşmesi, AKP açısından alarm zilleri çalmasına neden oldu. Irkçı, etnik milliyetçilik yapan partileri harekete geçirdi. 7 Haziran seçimlerinden önce neredeyse Abdullah Öcalan ile eşbaşkanlığı paylaşır görüntüsü sergileyen AKP, elinden, hak etmediği, temsilciliği onay görmemiş milletvekillerinin alınması ile birden ayıldı. Çözüm sürecinin iktidarını tehlikeye atıldığı sonucunu gördü. Haziran seçimlerinden sonra çatışmayı öne çıkardı ve böylece HDP’nin önünü kesti. 94 yılında böyle bir şey yoktu. O zaman Kürt siyasi hareketinin böyle kitlesel destek bulma durumu söz konusu değildi ve orada bireysel olarak tasfiye ettiler. SHP’nin Kürt konferansına katılan Kürt vekiller ile ilgili aldığı tedbir bu uygulamaya ve tasfiyeye yol açtı. Bugünde aynı şey dokunulmazlıkların kaldırılması konusundaki desteğe benziyor. O dönem DYP, ANAP, MHP’ye verilen destek günümüzde CHP tarafından AKP’ye ve MHP’ye verilmiştir dokunulmazların kaldırılması meselesinde görülüyor.

* Kürt hareketini tasfiye etme isteği yıllardır sürüyor. Bu mümkün mü?

Bence artık cin şişeden çıkmıştır. Kürt siyasal hareketini baskı, yıldırma ve korku ile falan siyaset sahnesinin dışına düşürme söz konusu olmaz. Kürt siyasi hareketi artık tasfiye olmaz. Çünkü Kürt kökenli insanlarımız var ve onların sorunları var ve bu insanlar bizim insanlarımız ve sorunlarımız. Tasfiye etmek! Kürtleri mi ortadan kaldıracağız. Siyasal hareketlerin temsil ettiği bir kitle var ise… Bakın Türkiye’nin partiler mezarlığına döndüğünü görürsünüz çünkü arkalarında seçmen kalmamıştır. ANAP’ı, DYP’yi, Adalet Partisi’ni göremezsiniz. Seçmenleri dağılmıştır ama Kürt siyasal hareketinin arkasındaki siyasal arkasındaki siyasal destek yalnızca Kürt kökenli insanlarımızdan değil bugün sosyalistlerin, sosyal demokratların bir kısmının da desteğini bulmuştur. 7 Haziran bunun göstermiştir. Kürt kökenli seçmenlerin yanına saydığın kesimlerin eklenmesi çatışma stratejisinin hayata geçirilmesinin başlıca nedenidir. O nedenle bu buluşmayı tarumar etmek istiyorlar.

* CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasında devreye girmesinin, işbirliği yapmasının nedeni nedir?

CHP’nin rakibi AKP ya da MHP değildir, HDP’dir. HDP’ye Türkiye’nin batısından destek verilmesinin nedeni HDP’nin Kürt sorunu ile Türkiye’nin sorunlarını birleştirerek çözme arayışıdır. Bu konuda CHP seçmeninden HDP’ye kayış söz konusu oldu. CHP’nin AKP ve MHP ile birlikte dokunulmazlıkların kaldırılma doğrultusunda oy vermesinin bu korkunun sonucudur. HDP’yi kendisine rakip görmesidir. 7 Haziran’da çoğu CHP’li HDP’ye yönelmiştir. Ben oyum ile CHP’ye fazladan bir milletvekili kazandırmak yerine oyumla barajın aşılması halinde HDP’nin çıkaracağı 80 milletvekili için oy kullandım. Bunun önünü kesmek için CHP, AKP-MHP birlikteliği ile işbirliği yapmıştır. Dokunulmazlığın kuldarılmasına destek vermek en büyük yanlıştır. Hem Balbay’ı, Haberal’ı içeriden almak için mücadele veriyorsunuz ama öte yandan HDP eş başkanlarının içeriye tıkılmasına destek veriyorsunuz.

* Kürt sorunu gittikçe uluslararası alana taşınıyor. Cumhurbaşkanı, Moskova ve Washington’a her gittiğinde bu sorunu konuşuyor, asıl aktörler ise devre dışı…

Kürtler kendi sorumumuzu kendimiz çözelim dediler ve bunun yeri de esas olarak TBMM’dir. Eğer siz sorun çözecek insanları, Kürt siyasal önderleri, sorunun tartışılacağı platformlardan uzak tutarsanız, hapse atarsanız o taktirde bu aktörlerin yerine başka aktörler ve sözcüler ortaya çıkacaktır. Bugün eğer, Türkiye’de Türklerin sorunu olan Kürt sorununu yabancı müdahalesi ile çözmek gibi çıkmaz sokağa zorlayan, iktidarın, muhalefetin desteği ile uyguladığı yanlış politikalardır. O nedenle yeniden masanın kurulması gerekir. Masadaki aktörlerin yeniden bir araya gelmesi gerekiyor ki uluslararası figüranlar çekilsinler. Biz kendi sorunumuzu çözmeliyiz, yoksa bizi çözerler. Bugün Türkiye darmadağın bir durumdadır. Bırakın Kürtleri, hangi Türk yurttaşı şurada gününden mutlu, geleceğinden umutlu. İki insanın el ele tutuştuğunu görebiliyor musunuz? Böyle kindar bir toplum yarattık. Kürtler ile Türkleri bir birine düşürdük. Bunu yaparsak, şurada iki kişi kavga ederse araya bir hakem girer. Bunun sonu yok çözüme de katkısı olmaz. O nedenle Türkiye’de sorunun tarafları ile oturup konuşmamız gerekiyor.

* Bir akademisyen olarak Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada devletin bu insanlarla konuşması lazım. Bakın OHAL mağdurları konusunda Nuriye ile Semih işte orada. Bu insanlar OHAL mağdurlarının temsilcisi olarak bedenlerini ölüme yatırmıştır. Başbakan ‘Habersizim’ diyor. Ankara’nın göbeğinde olan bir olayı bilmiyorsan sen neyden haberdarsın arkadaş?”  derler insana.

Kenan Kırkaya – dihaber

25 Mayıs 2017 Perşembe


Prof. Dr. Altıntaş: Türkiye 7 Haziran sonuçlarını bir kez daha yaratmalı

  • Politika
     09:01 2 Şubat 2017

 

 


ANKARA - Kürt siyasi hareketinin çok büyük bir hata yaptığını ve bu hatanın da, “Kendi oylarına ve iradesine sahip çıkmak olduğunu” dile getiren YÖK Yüksek Disiplin Kurulu üyesi Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, AK Parti’nin bu yüzden Kürt siyasi hareketine saldırdığını belirtti. Altıntaş, “CHP’nin 1960 yılında rakibi TİP’ti bugün de HDP’dir” dedi.

Türkiye’nin kalkınma planlarını, politikaya bir yerde kaynaklık eden ekonomiyi iyi bilen, aynı zamanda SHP döneminde aldığı rol ile siyasetçi kimliği olan, şimdilerde bir “tasfiye kurumuna dönüşen” YÖK’te kendi deyimi ile “mağdur edilmiş çocukların haklarını” arayan Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, Kürt sorunu, çatışmalar, HDP’nin rolü, CHP ve AK Parti’nin bu konuda ortaklaşması ve elbette referandum sürecine ilişkin dihaber’in sorularını yanıtladı.

* Referandumla başlayalım. Anayasa değişikliği Meclis'ten geçirildi. Referanduma ilişkin nasıl bir tablo görüyorsunuz?

Türkiye gerek ülkesel gerek küresel bunalım yaşadığı dönemde, bunun nedenlerini ortadan kaldırma yerine yapay kimi çözüm paketlerini getiriyor. Böylece yaşananları giderme konusunda bir yasa tapınması söz konusu oluyor. Demokrasi eksiklerini gidermek amacıyla özgürlükleri genişletmemiz gerekirken, yapay yasa tartışmalarına giriyoruz. Türkiye 1961’den sonra demokratik bir anayasa sürecini girmişti, fakat o anayasanın hükümlerini uygulamakla görevli olan güçler, anayasayı tartışma konusu yaptılar. Bu anayasa ile ülke yönetilemez bu anayasa boldur denildi. Ekonomik gelişmenin önüne geçen bir toplumsal gelişme olarak nitelendirilerek, özgürlükler bakımından daraltılmasını istendi. 1961 anayasası şimdiye kadar yapılmış en özgürlükçü anayasasıdır. 12 Mart’ın daraltması yetmedi, 24 Ocak 1980 kararları açıklandı. Bu kararlar yoksul kesimlerin özverisini gerektiren kararlardı. Buna toplumu razı etmek için 1980 darbesi yapıldı. Bu darbe ekonomik kararları hem kurumlaştırdı hem de kurallaştırdı. Şimdi yeni bir bunalım dönemindeyiz.

AKP uyumlu bir islam ve muhafazakar kimliği ile tarih sahnesine çıktı. Meşruiyetini artırabilmek açısından henüz egemen olmadıkları zaman, Venedik ve Kopenhang kriterlerini, AB sürecinin gereklerini yerine getirme mecburiyetini his etti. Bunu yaparken önce anayasal kurumları hedef aldı. 2007 yılına kadar kurumlar üzerine bu kadar baskı kurmamıştı. Üniversiteler, TSK ve yargı kurumları üzerinde denetimini sağlamak için batının desteğine ihtiyaç vardı. Destekçilerinden biri de Fethullah Hareketi idi. Bu desteğin ve birlikteliğin en belirgin olduğu dönem, 2010 referandumudur. Türkiye’de iki tane 12 Eylül vardır, birincisi askeri faşist darbesidir. Birde 12 Eylül 2010 darbesi vardır. Bu bir anayasa darbesidir. Hukuk devletini, cumhuriyetin temel ilkesi olan yargı bağımsızlığını ortaklarıyla denetim altına aldı. Yüksek yargı Fethullahçılarla birlikte paylaşım konusu yapıldı. Yargı bağımsızlığı iki kanka arasında bölüşüm konusu oldu. TSK Ergenekon, Balyoz davalarıyla itibarsızlaştırdı…

* Bu ülkede birçok askeri darbe oldu. Askerin sivil siyaset üzerindeki gücünün ve etkisinin törpülenmesi gerekmiyor muydu?

Asker emir komuta zinciri içerisinde çalışır ve buna göre hareket eder. Darbelere baktığımız zaman 27 Mayıs’ı bir kenara bırakırsak, dış kaynakların kesilmesiyle ekonomik bunalımları sonrasında ortaya çıkmıştır. 12 Mart dikkat ederseniz, TBMM’yi tasfiye etmemiştir, ama Demirel alanı TSK’nın parlamentoda oluşan ortak hükümetle çözüm aranmıştır. 1980 darbesi de ordunun kendiliğinden yaptığı bir darbe değildir. 24 Ocak kararları açıklanmadıktan sonra hatta açıklanmadan TÜSİAD ‘hükümeti devirin’ diye çağrı yaptı. Gazetelere ilan verildi. Tercüman gazetesi etrafında oluşan bir grup Orhan Aldıkaçtı başkanlığında bir anayasa hazırladı. 12 Eylül anayasası daha darbe olmadan önce demokratik hakların baskılanması şeklinde hazırlandı. Askeri darbeleri askerler tarafından yapılmış olarak görmemek lazım.

* Yani?

Yani bu bir sistem müdahalesidir. Asker kafam bozuldu darbe yapıyorum diye yapmadı. Hükümeti düşürün diye çağrı yapılıyor olmasına rağmen hiç bir savcı bunu soruşturma konusu yapmamıştır. Ekonomimiz dışa bağımlı olduğu için onların karşı çıkabileceği bir darbeyi hiç kimse göze alamaz. Uluslararası finans, tıpkı güney Amerika, Afrika’da olduğu gibi, en son Yunanistan’da İtalya’da hükümetleri devirir.

Sermaye istikrar ister diye bir ezber var. Böyle değil mi? Tam tersine, demokrasi rahatsız olan insanların rahatsızlıklarını serbest ve özgürce dile getirdikleri bir rejimdir. Örgütlenme ise bu rahatsızlığı dile getirmek için hükümet üzerine baskı aracıdır. Şimdi bu güçlere göre istikrarı kim bozar? Talepte bulunan güçleri istikrarın bozucusu olarak görüyor bu kesimler. Küresel sermaye bazen ‘bizim çocuklar kazandı’ beyanında olduğu gibi, darbeleri destekler. Dünya finans sistemi istikrarı aramaz. 

* Peki neyi arar?

Borcun ödenmesi konusunda güvence arar. Bunu da ancak askeri güçle yaptırır. Demokrasi ortamında paylaşımı, gelir dağılımını tartışma konusu yaparsın. Ama şimdi Türkiye’de insanlar yoksullaşmalarını dile getiremiyorlar. Çünkü karşılarına, ‘yahu biz can derdindeyiz, sen ne istiyorsun’ itirazı çıkar. Darbe de bu kesimler için istikrarın güvencesi olarak ortaya çıkar. O yüzden demokratik ortamı ortadan kaldırıyorlar ki kimse sesini çıkarmasın.

* Yani bu istikrar denilen şey...

Evet istikrar dedikleri şey, demokrasinin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü faşist askeri yönetim, emekçi kesimlerin çıkarı için gelmez. Faşizm sermaye çevreleri için gelir.

* O zaman sermaye çevreleri bugün yaşananları destekliyorlar mı?

Kuşkusuz destekliyorlar. Ama dünyaya rezil olmamak için kimi bildiriler yayınlıyorlar, suya sabuna dokunmadan. Faşist bir darbe sonsuza kadar devam etmez. Denetimli bir yönetimin olması sermaye kesimi için ılıman bir mevsimdir. Örneğin vakıf üniversitelerin çoğu büyük sermaye kesiminin elindedir. Ama şimdi bu YÖK düzenlemesinde rektörlerin atanmasına bile izin verilmiyor, bunlar itiraz ediyorlar mı? Hayır. Mesela sizin bir fabrikanız olsa müdürünü kendiniz atamak istersiniz. Ama bunlar buna seslerini çıkarmıyorlar. Çünkü Türkiye’deki sermaye kesimi devlet olmadan varlıklarını sürdürme şansına sahip değiller.

* Tekrar referanduma dönelim. Her bunalım döneminde, bu tür yapay çözümler üretilir dediniz. Bu bunalımlarda, Kürt sorunun etkisi nedir?

Kürt siyasal hareketi, esasta büyük bir yanlış yaptı. Yanlış yapmasının nedeni, AKP ve CHP’ye rakip olabilecek bir güce erişmesi idi. Hatası o barajı aşmasıydı. Yoksa yüzde 9.99’da kalsaydı, bütün bölge vekilleri iktidar partisine gitseydi, AKP o takdirde Kürt siyasal hareketine çok sempatik davranacaktı. Halkımız 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’den olan bıkkınlığının sona ermesini amaçladı. Batı’daki seçmenin önemli bölümü ben dahil, HDP’ye oy verdik. Kürt siyasal hareketi kendisine destek veren insanlarla birlikte AKP’nin tek başına her şeyi belirleme gücünü elinden aldı. Bu gücü gösterdi.

* Kürtlere yönelik saldırıların altında bu mu var? 

Evet. Bu başarı aynı zamanda AKP için büyük bir tehlikeyi kanıtladı. O nedenle bir darbe yapıldı. Yani söylemde, halk egemenliğini sürekli olarak önümüze çıkaran bir siyasal parti, birden o milli iradenin HDP ile birlikte parlamentoya yansımasını feshetti. Bu milli iradeyi tanımıyorum dedi. HDP, MHP tarafından gayri meşru ilan edildi. CHP’de bir oyuna getirildi, hükümetin kurulmayacağı amacına dönük olarak Ömer Çelik’e görev verildi ve Çelik bu görevi başarıyla yerine getirdi. CHP’ye hükümeti kurması görevi vermesinden vazgeçildi. Bu darbedir.

* Peki, savaşın yeniden başlatılması?

Ceylanpınar olayı ipi kurtaran olay oldu. Devletin bunu Kürt hareketine mal etmesi konusundaki amacına bakmak lazım. Polisiniz o apartmanda yatıyor... Bunlar kuşkulu siyasi cinayetler. Bağımsız yargıdan beklenen bu cinayetin aydınlatılmasıdır. Çünkü çok önemlidir, barışı dinamitlemiştir, HDP’nin Türkiye’nin partisi olmasını engellediler. HDP’nin Sivas’ın batısına geçmesine izin verilmedi. Ceylanpınar olayı HDP’nin Türkiyelileşmesine engel olmaya yöneliktir.

* Dokunulmazlıkların kaldırılmasını da bu çerçevede mi değerlendiriyorsunuz? CHP’nin bu konudaki tutumu eleştiriliyor.

HDP Türkiye partisi olsaydı o engeller yaratılmasaydı, CHP’nin en büyük rakibi esasında HDP olacaktı. CHP, AKP’den oy alacak bir parti değildir. Kendi seçmeninin bir kısmı, “Kürtlerin değil Türklerin sorunudur, Kürt sorunu” diyen kesim, esasında CHP’yi ya zorlayacaktı HDP ile birlikte çözüme, ya da HDP’ye güç vererek Türkiye partisi olarak çözüme katkıda bulunma fırsatı verecekti. Nasıl ki 1960’da Türkiye İşçi Partisi (TİP) CHP’nin rakibi ise, bugünde Türkiyelileşmiş bir HDP CHP’nin rakibidir. AKP esasında ganimet siyaseti yürütüyor, HDP’nin kendi oylarına sahip çıkmasını önlemek için Türkiyelileşmesine izin vermemiştir. CHP de HDP’yi rakip olarak gördüğü için AKP’ye destek verdi.

* Üstelik bu düzenleme anayasaya aykırı ama destekleyeceğiz dediler...

Bizim siyasi tarihimizde önemli bir sapmadır. Anayasaya aykırı bir eyleme bir kez izin verdiğiniz zaman diğer aykırılıklara önüne geçemezsiniz. OHAL çerçevesinde bu işin ucu CHP’ye kadar uzanabilir. CHP’nin vekilleri de tutuklanabilir. Hayır pankartı açan CHP’li çocukları toplamaya başladı.

* Yaşananları çözüm sürecine bağlayanlar var.

Bir ilgisi var tabii. Cumhurbaşkanı, çözüm sürecinin kendisinin hedeflediği süreçten alıkoyduğunu düşünmeye ve görmeye başladı. “Bana 400 vekili verin bu iş bitsin” dedi. İmralı’daki görüşmeler istediği gibi gitmedi. O görüşmelerden beklentisi, başkancı sisteme destekti. Kürtlerin başkanlığa izin vermemesi ipleri kopardı. Ama esasen ben Kürt sorunu ve Kürtçeyi Kürtlerin sorunu olarak görmüyorum. Ben 1994’te SHP’den Adıyaman milletvekili adayı idim. Dağ köylerine (Kürt köylerini kast ediyor) gittiğim zaman yanımda çevirmen götürürdüm. Çünkü dillerini bilmiyordum. Duygularını düşüncelerini dillerini bilmediğim bu insanları nasıl temsil edeceksin diyerek kendimle dalga geçerdim. Kürtçenin esasen benim sorunum olduğu ve öğrenmem gerektiği sonucuna vardım. Kitapları aldım ama öğrenmeyi beceremedim.

Referanduma ilişkin beklentiniz nedir? 

Hayır cephesinin en ön safında AKP’lilerin olması lazım. Başbakanlığı yapamıyorum, milletvekilliğini yapamıyorum, bunu Kanun Hükmünde Kararnamelerle daha iyi yaparlar demek kendilerine haksızlıktır. Ben AKP’lilerin içinde hükümet edebilecek başbakan olabilecek nitelikte insanlar olduğuna inanıyorum. O yüzden hayır diyorum. Hayır demesi gereken benden önce AKP’lilerdir. Kişisel onurları için bunu yapmalılar.

* Ya muhalefet?

Muhalefet cephesinin, insan hakları, demokrasiyi savunması varlık nedenidir. Muhalefet varlığını korumak amacıyla, hayır cephesini örmesi gerekir. AKP’lilerin onuru için de hayır demeliler. AKP’den Recep beyden başka kimse yok mu? Bu süper aklın bizi nereye getirdiği ortada. Eğer başkancı bir sistem olsaydı Türkiye, 1 Mart tezkeresi kabul edilecek ve Türkiye Irak bataklığına girecekti. Eğer üst akıl diyorsanız, Türkiye’nin geldiği yer üst aklın getirdiği yerdir. Ortak aklın kullanılması gereken zamanlar bunalım zamanlardır. Bunalım zamanlarında insanlara sorarsınız.

* Tahmininiz nedir?

Dileklerim var, tahminlerim var. Tıpkı 7 Haziran’da nasıl toplum AKP’nin başkomutanlığını ret etmişse bugünde bu başkomutanlığı ret etmesi lazım. Tahminimde hayır çıkacağı yönündedir.

Selami Aslan / Kenan Kırkaya - dihaber

buda haberin ulaşabileceğiniz linki hocam 

 
Bu yazı, M.K.Atatürk'e yönelik olarak sergilenen soysuzluk ve değer bilmezlik, hatta alçaklık üzerine yazılmıştır. Yazıma kaynaklık eden olay, Besni Ekspres Gazetesi'nin 23 Nisan Resmi Kutlaması sırasında, konuşmacılar Okul Müdürü ile İlçe Milli Eğitim Müdürü'nün, Atatürk'ün adının anılmamasını manşete taşıyan haberi olmuştur. Bu haber üzerine yazdığım bu yazıyı, kaynak olan Besni Ekspres Gazetesi'ne gönderdim. Ancak,şu ana kadar yazının yayımlandığını göremedim. Bu bende, gazetecilerin, kendilerinin yazdıklarına bile sahip çıkamama durumuna düşünülmüş oldukları izlenimi yarattı. Ülkem için,tanıdığım dostlar için üzüldüm.25.05.2017


ATATÜRK VE HÖDÜKLÜK

Herhangibir yaratığın insandan sayılmasının başlıca koşulu, erdemli olması, soysuzluk çamuruna baştan ayağa batmamasıdır. Uzunca bir zamandır, kimi cüdamlar, Atatürk’e saldırmanın, O’nun anısına saygısızlık yapmanın yada O’nu ulusal ve evrensel değerlerimiz arasından silmenin çirkin, utanılacak örneklerini sergilemekteler. Bunlardan sonuncusu, kamuoyunu ayağa kaldıranı, yaşayan ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı Hocanın “hödükler” diye adlandırdığı, üçlü oldu. Hödük; “görgüsüz, kaba, anlayışı kıt, korkak-ürkek” anlamına gelir. Fakat bu üç hödük için, bu anlamlar yetersiz kalır. Bunlara soysuzluk ve alçaklığı da eklemekde gereklilik bulunmaktadır. Bunların adlarını burada geçirmenin, sayfamızı kirleteceğini düşünüyorum. Bu hödükler, 7 Mayıs 2017 günlü “Derin Lağım(!)” adlı programlarından, tüm pisliklerini kusmuşlar ve böylece cami duvarına işemişlerdir.  İşin ilginci, Atatürk’e söverek geçimlerini sağlayan bunlar ve benzerleri,öncülleri olarak kutsadıkları ve palazlanmalarına neden olan Celal Bayar’ın; “Atatürk, seni sevmek ibadettir” dediğinden bile bilgisiz olduklarını ortaya koymuşlardır.

 

Atatürk’ü, soysuz ve benzeri alçaklara anlatmak için tarih kitaplarını, resmi belgeleri önermenin yararsız ve boşa kürek çekmek olduğunu bilmekteyim. Çünkü, cesaretleri bilisizliklerden, kör ön-yargılarından kaynaklanmaktadır. M.K.Atatürk’ün ulusal ve evrensel değerini ve büyüklüğünü anlatmanın en kısa ve anlaşılır kılmanın üç kanıtını sizlerle paylaşmak isterim.

 

Bunlardan ilki; ülkemizi işgale gelmiş ve Çanakkale’de toprağa düşmüş Anzaklıların annelerine,1034’de yazdığı mektup; 

 

Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”

 

Ve bu mektuba Avustralyalı bir annenin verdiği yanıtı;

 

 “Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi.
 Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde
 dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata
 demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın
 sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla...”(1)



İkincisi, Yunanistan Başbakanı Venizelos’un 12 Ocak 1934’de ;Nobel Barış Komitesine, Atatürk’ü Barış Ödülüne aday gösterme gerekçesidir:

Sayın Başkan,

Yaklaşık yedi asır boyunca Yakın Doğu'nun tamamı ve Orta Avrupa'nın büyük kısmı kanlı savaşlara sahne oldu. Bunun temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu ve onun sultanlarının mutlakıyetçi yönetim sistemiydi.

Hıristiyan halklara boyun eğdirilmesini kaçınılmaz olarak takip eden Haç'ın Hilâl'e karşı dini savaşları ve ardından da özgürlüklerine düşkün bütün halkların başarılı diriliş hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu sultanların etkisinde kaldığı sürece daima devam eden bir tehlike ortamıydı.

Mustafa Kemal Paşa'nın milli hareketinin rakiplerine galip gelmesiyle, 1922'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bu belirsizlik ve hoşgörüsüzlük devletine kesin bir son verdi.

Hakikaten, bir milletin hayatında bu kadar kısa zamanda bu kadar köklü bir değişiklik nadiren gerçekleştirilebilmiştir.

Hukuk ve dinin birbirine karıştığı dini bir rejim altında yaşayan, çöküş halindeki bir imparatorluk tamamen hayat ve canlılık dolu modern bir ulus devlete dönüştürüldü.

Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa'nın sağladığı hızla, sultanların mutlakıyetçi rejimi sona erdirildi ve devlet tamamen laik oldu. Haklı olarak medeni milletlerin en ön saflarında yer almaya büyük istek duyan bütün millet gelişmeleri benimsedi.

Fakat, barışın sağlamlaştırılması etnik Türk kimliğinin baskın olduğu devletin şu günlerdeki haline dönüşmesine yol açan inkılaplarla birlikte yürütüldü. Hakikaten, Türkiye diğer milletlerin meskun olduğu illerini hukuka uygun bir şekilde kaybetmiş olmayı kabullenmede tereddüt etmedi ve anlaşmalarla belirlenen siyasi ve etnik sınırlara razı olup, Yakın Doğu için gerçek bir barış dayanağı haline geldi.

Türkiye'yle sürekli devam eden anlaşmazlıkların neticesinde asırlarca kanlı savaşlara sürüklenmiş olan biz Yunanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun halefi olan bu ülkede gerçekleşen derin değişikliğin etkilerini ilk hissedenler olduk.

Küçük Asya Felaketi'nden hemen sonra, savaştan bir ulus devlet olarak çıkmış olan yeniden doğan Türkiye'yi anlama fırsatını fark ederek ona, elimizi uzattık ve o da samimiyetle karşılık verdi.

Samimi barış arzusuyla dolu olduklarında en derin farklılıklara sahip halkların bile tekrar yakınlaşabileceklerini gösteren bu yeniden birbirimize yakınlaşma faaliyeti hem iki ülke için hem de Yakın Doğu'daki barışı sürdürmek için faydalı oldu.

Barışı tesis etmek için yapılan bu paha biçilmez katkıyı gerçekleştiren kişi elbette Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'dır.

Bu yüzden, 1930 Yunanistan Hükümeti'nin lideri olarak, Yunan-Türk anlaşmasının imzalanmasının Yakın Doğu'nun barışa doğru yürüyüşünde yeni bir dönemi başlattığı şu zamanda, Mustafa Kemal Paşa'nın Nobel Barış Ödülü'ne sahip olmanın ayırt edici itibarıyla ödüllendirilmesini teklif etmekten onur duyarım.

Saygılarımla.”

Üçüncüsü ise, BM UNESCO Genel Konferansının 27 Kasım1978 tarihli oturumunda, M.K.Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yıldönümünde, 1981’de, tüm ülkelerde anılmasını, 152 ülke temsilcisinin oybirliği ile aldığı kararla, “Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümü'nde, 1981 yılında anılmasını kararlaştırmıştır”.. Bu karar Atatürk’ü şöyle tanımlamakta; “Atatürk ululararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkilapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur”.

 

Düşmanlarına  kucak açan, onları vatan toprağında kardeşleri ile birlikte yatanlar olarak niteleme yüceliğini gösteren ve yeni bir barış dönemin sayfasını açan Atatürk, dün savaştığı ülkelerin lider ve temsilcileri tarafından,büyük bir değerbilme sergileyerek tarihteki yerini daha bir belirgin kılarken, günümüzün hödük ve alçakları, O’na ve anılarına utanmazca saldırırken, ağızlarından salyalar akarken ve kapılarına tasmalarından bağlandıkları sahiplerinden yeni bir kemik atılmasını beklerken, halkımızın hemen tamamı tarafından lanetleniyorlar ve tasmalılar bu kez kemiklerinin atılmamasının şaşkınlığını yaşıyorlar.

 

Beni asıl kahreden, sayıları ikiyüze varan yükseköğretim kurumlarımızda “Atatürk İlke ve İnkilapları Bölümlerinde” görev yapanlardan,yani Atatürk dersleri ile geçimlerini sağlayanlardan tek gür bir sesin yükselmemesi, Cumhuriyetin savcılığını yapması gereken Savcıların, yasal görevlerini yerine getirmeleri için doğrudan girişimde bulunmamalarıdır. Atatürk’e, kamu görevlileri eli ile, doğduğum kent olan Adıyaman ve Besni’de ve adına sergilenen saygısızlık ve soysuzluğu, 50 nci yaşını kutlayan ve gerçek gazetecilik yapan Besni Ekspres Gazetemizin tanıklığı ile değerlendirmeyi gelecek yazıma bırakıyorum.30.04.2017

 

Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

ADD Kurucu Üyesi

BEV Kurucu Üyesi

 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

ÇAĞRI


Bu toprakların ortak sahibi olan bizler:

Ortak vatanda ortak yaşamı kurmak, korumak, geliştirmek için siyasî parti, ideolojik aidiyet, inanç, din, mezhep, milliyet, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin 80 milyona sesleniyoruz.
Bizler kutuplaşmak, birbirimize düşmanlaşmak, Türk-Kürt, dindar-laik, evetçi-hayırcı diye bölünmek, onlar-bunlar diye ayrıştırılmak istemiyoruz.
İnancımızı, dinimizi, dilimizi, kültürümüzü, hayat tarzımızı kendi seçtiğimiz gibi, özgür, eşit, korkusuz, huzur içinde yaşamak; birbirimize güvenmek, dayanışmak istiyoruz.
Savaşa sürüklenmekten, çatışmacı ortamdan, nefret dilinden, hukuk ihlallerinden, haklarımızın özgürlüğümüzün kısıtlanmasından, can ve mal güvenliğimizden, toplumun vicdanını yitirmesinden, ahlâk aşınmasından, toplumsal duyarsızlıktan endişe duyuyoruz. 
Tek adam rejimi ve partili devlete, adaletsizlik ve hukuksuzluğa, meclisin etkisizleştirilmesine, her çeşit muhalefetin baskı ve tehditle sindirilmesine; yüzbinlerle kamu çalışanını, siyasetçiyi, akademisyeni, medya, yargı ve güvenlik mensuplarını haksız, hukuksuz keyfî uygulamalarla, tutuklamalarla, baskılarla tasfiye eden despotik siyasetin yarattığı bütün mağduriyetlere hayır diyoruz.
Geleceğimizi karartan bu anlayışı anayasallaştırmaya çalışan referandumun şaibeli sonuçlarını ve halk iradesinin yasalar yok sayılarak açıkça çiğnenmesini kabul etmiyoruz.

Birarada güven içinde yaşamak için, acilen:

Hukuk ihlallerine yol açan OHAL’in kaldırılmasını; Toplumun her kesimine yayılan mağduriyetlere karşı adalet ve hukuk güvenliğinin vakit geçirmeksizin tesisini;
Meclisin yasama ve denetleme yetkisinin güçlendirilerek iadesini;
Hesap veren, anayasal, şeffaf devlet için kararlı adımlar atılmasını;
Gizli oy ve şeffaf sayım temelli sandık güvenliğinin sağlanmasını;
istiyoruz.

Korku, gerilim ve kutuplaştırma siyasetinden güç devşirenlere karşı ülkemizin geleceğinden sorumlu tüm yurttaşları, kanaat önderlerini, sivil girişimleri ve siyasi partileri;

* Adaletli, hakkaniyetli, tarafsız ve bağımsız yargı ilkesine dayalı “hukuk devleti”nin,
* Bireysel ve toplumsal insan haklarını sonuna kadar uygulayan eşitlikçi, çoğulcu demokrasi anlayışının,
* Başta yerel yönetimlerde olmak üzere katılımcılığı teşvik edecek bir idari yapının,
* ideolojik dayatmacı, cinsiyetçi, ayrımcı olmayan; özerk ve eleştirel düşünceye dayalı bir eğitim sisteminin,
* Bölge halkları ve dünya ülkeleriyle eşit haklı işbirliğini gözeten barışçı bir siyasetin, egemen kılınması için güçlerimizi ortaklaştırmaya çağırıyoruz.