6 Nisan 2017 Perşembe


Prof.Oyan,daha önceki paylaşımlarımdan,sizlerin yabancısı olmayan bir bilim ve siyaset insanı. Türkiye sağının, 1950 sonrası, muktedir olmasının sonuçlarını,olası bir muktedir güçlenmesinin nereye varabileceğini bize göstermeye çalışıyor. Başlıkta ki kalın eklemeler,bana aittir. Uçurumdan önceki son dönüş öncesi, yararlanılacak bir uyarıda bulunuyor. Aşırı gücün bizzat güç yüklenenlere de yararı olmadığı, yakın siyasi tarihimizde yer almaktadır.06.04.2017 M.Altıntaş



SOL PORTAL 2017-14          (4 NİSAN)                                                                            OĞUZ OĞUZ OYAN

AŞIRI GÜÇ BAŞTAN(YOLDAN / DİNDEN-İMANDAN / DEMOKRASİDEN) ÇIKARIR

Başlığı şöyle de tamamlayabiliriz: Aşırı güç baştan çıkarır, özellikle de cehalete eşlik ediyorsa. Gerçi bu eklemeyi yapmadan da, gücün fazlasının her zaman yönetim sorunlarına yol açtığı, siyasette ise denetimsiz güç kullanımının -iktidar partileriyle ve liderleriyle sınırlı kalmaksızın- otoriterleşme eğilimlerini beslediği bilinir. Ama bilgisinin ve gücünün nesnel sınırlarını göremeyen kör cehalet, güçlendikçe (veya hareketlerine karşı çıkan kalmayınca yani kendini rakipsiz gördükçe) zıvanadan çıkma eğilimlerine daha müsait olacaktır.
Sistemin hâkim sınıflarının, şu veya bu aşamada, şu veya bu ölçüde desteği olmaksızın tek adam rejimlerinin inşası da mümkün olmaz. Dolayısıyla söz konusu olan, içerde ve dışarıda paylaşılan bir günahlar/sorumluluklar zinciridir. Bu nedenle, bugün iktidar partisinin bazı nedamet getirmiş kurucularının, AB ve ABD çevrelerinin, liberallerin, vs., destekledikleri siyasal hareketin 2011/2013 veya 2015’ten sonra dönüştüğünü söyleyerek kendilerini temize çıkarma gayretlerinin, gerçek bir özeleştiriyi içermedikçe hiçbir kıymet-i harbiyesi olamaz; bu bir ikiyüzlülük tavrıdır ve bunu en iyi AB yöneticilerinin tavrında gözlemleyebilirsiniz.
Sonuçta iktidar zincirinin tepe halkası kontrol dışına çıktıkça, kendisini oraya taşıyan ekonomik ve siyasi halkaların da kontrolü dışına taşmaya başlamış demektir. İktidar partisi içinde veya bu partinin destekçisi sermaye kesimleri içinde, tek adamda güç yığılması ve bunun yol açtığı güç taşkınlığından şikâyetçi olanların bunu dile getirme imkânları da daralmış, hatta yok olmuş demektir. Ama bu gidişat, zincirin en güçlü halkası gibi görünen tepe halkasının giderek zincirin en zayıf halkasına dönüşme eğilimini de içinde barındırır; dolayısıyla tepe halkası koptuğunda zincirin bütününün dağılma süreci de başlamış demektir. 16 Nisan’daki oylamada dikta yetkilerini anayasal bir hak olarak talep eden otokrata verilecek “hayır” yanıtı bu nedenle sadece tek adamın değil, Partisinin de dağılma sürecini başlatacaktır. Dolayısıyla, Cumhuriyetin yıkıntıları üzerine inşa edilmek istenen İslamcı rejimin de hizaya çekilmesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz yeni bir mücadele eksenini de başlatarak: Hiçbir şey, 2002 öncesine dönüşü mümkün kılmayacaktır; geleceğin inşası, tazelenen güçlere ve bakış açılarına sahip olanların elinde olacaktır.
***
Ama eğer 16 Nisan’da dikta taleplerinin anayasal normlara dönüştürülmesi kabul edilirse, o zaman başka bir mücadele sayfası açılacaktır. Güç yığılmasının baştan çıkarıcılığının hangi otoriter çılgınlıklara yol açacağı bugünden tam olarak kestirilemez kuşkusuz. Ama yeni “anayasal” rejimin (erkler birliğine yol açan bir rejime ne kadar “anayasal rejim” denilebilirse) sınırlarının dahi sürekli olarak zorlanacağını ve nihai hedef olan İslami bir rejimin inşası için yeni bir anayasa değişikliğinin gündeme getirilmek isteneceğini tahmin etmek zor değildir.
Anayasal sınırların nasıl zorlanabileceği konusunda iktidar partisinin 15 yıllık gelişim çizgisini incelemek yeterli olabilir. Hatta 2014 sonrasında anayasaya rağmen fiilen hem başbakan hem cumhurbaşkanı yetkilerini kullanan otokratın 2,5 yıllık yönetim biçimi dahi yeterli olabilir. Üstelik şimdi, “evet” çıkarsa, arkasına daha fazla hukuki dayanak almakta, yürütmenin tüm sorumluluğunu eline geçirmesine rağmen bunun siyasi sorumluluğundan, Meclis denetiminden esas olarak kurtulmaktadır. Bu koşullarda her türlü demokrasi-dışına kaçışın yolu ardına kadar açılacaktır. Bunun örneklerini görmek için 20. Yüzyılın faşist rejimlerinin yol alış biçimlerine bakmak da yeterli olabilirdi. Ama kendi tarihimizden de örnekler bulunabilir, özellikle de başlangıç günahlarında.
***
1950’de iktidar olan Demokrat Parti (DP), bugün talep edilen türde bir anayasal destek zeminine sahip olmaksızın dahi Meclis’e yansıyan aşırı gücünü nasıl bir baskıcı rejime kolayca kaydırabileceğinin örneklerini fazlasıyla vermişti. Seçimlerde, CHP'nin tarihi hatasıyla "liste usulü çoğunluk sistemi" uygulandığı için, 1950'de aldığı yüzde 55 oyla Meclis'teki sandalyelerin yüzde 85'ini elde eden DP, bu seçim sarhoşluğunu baskıcı bir rejim oluşturmaya tahvil etmekte gecikmemişti. CHP’nin Meclis’te temsil oranı ise yüzde 40 sınırındaki oyuna karşılık yüzde 14’te kalmıştı. Üstelik 1954 seçimlerinde adaletsizlik daha da büyümüştü: DP, yüzde 57,6 oya karşılık Meclis’teki 535 sandalyenin 503’ünü yani yüzde 94’ünü ele geçirmişti. CHP ise yüzde 35,4 oy oranına karşılık 31 sandalyeye yani yüzde 5,8’lik paya sahip olabilmişti. 1957 seçimleri DP açısından hazmı zor bir kısmi dengelenmedir: DP, yüzde 47,8 oyla 610 milletvekilinin 424’ünü elde ederken Meclis’te temsil oranı yüzde 69,5’e gerilemiş, buna karşılık CHP yüzde 41,1 oy oranıyla 178 milletvekili çıkarabilmiş ve 1950’lerde ilk kez Meclis’te yüzde 29,2’lik bir temsil oranına yükselebilmişti.
Şimdi bu gelişmelerin bazı sonuçlarına bakalım. 1950-54döneminde DP zafer sarhoşluğu içindedir. Mayıs 1950 seçimlerinden hemen sonra, Aralık 1950'de CHP Genel Merkez binasına el konularak Hazine’ye devredilir. Aralık 1953'te bunun devamı getirilir ve CHP'nin bütün mallarını Hazine'ye devreden bir kanun kabul edilir. 1954 seçimlerinde daha ezici bir Meclis çoğunluğu sağlandıktan sonra, baskı rejimi her türlü eleştiriyi sindirmeye yönelir, basın susturulur, gazeteciler sıklıkla hapisle tanışır. Ekonominin kötüye gitmesi iktidarı daha da hırçınlaştırır. Eleştiriye tahammülsüzlük Ağustos 1955'te CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek'in bir Karadeniz gezisi sırasında önce Zonguldak'ta gözaltına alınması, sonra Sinop'ta tutuklanmasıyla sürdürülür. Din sömürüsünü tırmandırmasına rağmen 1957 seçimlerinde aradığını bulamaması ve muhalefetin Meclis'te temsil gücünün önemli ölçüde yükselişi, hem baskı hem de yeni ittifak arayışlarını arttırır. Mali iflas bayrağının çekildiği yani ödeme güçlüğü nedeniyle dış borçlar için moratoryum ilan edildiği 1958 Ağustos'unu izleyen Ekim ayında Menderes, Emirdağ'da  Said-i Nursi ile buluşur ve onun taraftarlarınca Hilafet ve Saltanatı temsil eden çift tuğralı yeşil bayrakla karşılanmaktan rahatsız olmaz. Hatta yeni müttefikinin ülke içinde seyahatlere çıkması teşvik edilir. Bu arada gazetelerin kapatılmasına, yönetici ve yazarlarının tutuklanmasına hız verilir; bunlara tepki veren İstanbul Gazeteciler Sendikası da kapatılır.Gene Ekim 1958'de ilk çağrısı yapılan "Vatan Cephesi" uygulaması da, toplumu ikiye yararak iktidarını konsolide etme girişimlerinin (bugünlerde de aşina olduğumuz gibi) sınır tanımaz niteliğini gösterir.  (Bkz.T.Z. Tunaya, İslamcılık Akımı, 1962; Doğan Duman, Demokrasi Sürecinde Türkiye'de İslamcılık, 1997; CHP, CHP ve Aydınlanmanın Kısa Tarihi, 1919-1960, 2012).
DP deneyimi, Türkiye sağının, merkeze hangi uzaklıkta olursa olsun, demokrasi sınavını geçemediğini, özellikle de aşırı güç yığılmasını taşıyamadığını göstermektedir. 1950'lerde herşeye rağmen Meclis merkezli olan bir siyasi sistemi, şimdi tek adam merkezli bir yapıya dönüştürmenin, üstelik Cumhuriyetin tam karşıtı olan bir siyasal İslamcı harekete sonu belirsiz bir vadeyle teslim etmenin nasıl bir tehlikeye denk düşeceği acaba yeterince anlaşılıyor mu?
***

Aydınlanma, esas olarak laiklik ilkesi üzerinde yükselir. İktidarın kaynağının gökyüzünden yeryüzüne indirilmesidir. Türkiye’de Cumhuriyet’in aydınlanmacı kurucuları da “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarını topluma mal ederek bu yolu izlemişlerdir. Şimdi Türkiye’de asıl inancı “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” düsturu olduğu halde (ki 1990’larda açığa vurulan anlayış budur), siyasi oportünizm gereği, Cumhuriyet’in devrimci kuruluş şiarının anlamını dönüştürerek faydacı bir biçimde kullanan bir hareketin “hâkim-i mutlak” olma yürüyüşü vardır. O nedenle de buna “hayır” demek, bitmeyecek aydınlanma mücadelesinin-bugün çok ihtiyaç duyulan- yeni bir atılım başlangıcı olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder