Prof.Oyan,daha önceki paylaşımlarımdan,sizlerin yabancısı olmayan bir bilim ve siyaset insanı. Türkiye sağının, 1950 sonrası, muktedir olmasının sonuçlarını,olası bir muktedir güçlenmesinin nereye varabileceğini bize göstermeye çalışıyor. Başlıkta ki kalın eklemeler,bana aittir. Uçurumdan önceki son dönüş öncesi, yararlanılacak bir uyarıda bulunuyor. Aşırı gücün bizzat güç yüklenenlere de yararı olmadığı, yakın siyasi tarihimizde yer almaktadır.06.04.2017 M.Altıntaş
AŞIRI
GÜÇ BAŞTAN(YOLDAN / DİNDEN-İMANDAN / DEMOKRASİDEN) ÇIKARIR
Başlığı
şöyle de tamamlayabiliriz: Aşırı güç baştan çıkarır, özellikle de cehalete
eşlik ediyorsa. Gerçi bu eklemeyi yapmadan da, gücün fazlasının her zaman
yönetim sorunlarına yol açtığı, siyasette ise denetimsiz güç kullanımının
-iktidar partileriyle ve liderleriyle sınırlı kalmaksızın- otoriterleşme
eğilimlerini beslediği bilinir. Ama bilgisinin ve gücünün nesnel sınırlarını
göremeyen kör cehalet, güçlendikçe (veya hareketlerine karşı çıkan kalmayınca yani
kendini rakipsiz gördükçe) zıvanadan çıkma eğilimlerine daha müsait olacaktır.
Sistemin
hâkim sınıflarının, şu veya bu aşamada, şu veya bu ölçüde desteği olmaksızın
tek adam rejimlerinin inşası da mümkün olmaz. Dolayısıyla söz konusu olan, içerde
ve dışarıda paylaşılan bir günahlar/sorumluluklar zinciridir. Bu nedenle, bugün
iktidar partisinin bazı nedamet getirmiş kurucularının, AB ve ABD çevrelerinin,
liberallerin, vs., destekledikleri siyasal hareketin 2011/2013 veya 2015’ten
sonra dönüştüğünü söyleyerek kendilerini temize çıkarma gayretlerinin, gerçek
bir özeleştiriyi içermedikçe hiçbir kıymet-i harbiyesi olamaz; bu bir ikiyüzlülük
tavrıdır ve bunu en iyi AB yöneticilerinin tavrında gözlemleyebilirsiniz.
Sonuçta
iktidar zincirinin tepe halkası kontrol dışına çıktıkça, kendisini oraya
taşıyan ekonomik ve siyasi halkaların da kontrolü dışına taşmaya başlamış
demektir. İktidar partisi içinde veya bu partinin destekçisi sermaye kesimleri
içinde, tek adamda güç yığılması ve bunun yol açtığı güç taşkınlığından
şikâyetçi olanların bunu dile getirme imkânları da daralmış, hatta yok olmuş
demektir. Ama bu gidişat, zincirin en güçlü halkası gibi görünen tepe
halkasının giderek zincirin en zayıf halkasına dönüşme eğilimini de içinde
barındırır; dolayısıyla tepe halkası koptuğunda zincirin bütününün dağılma
süreci de başlamış demektir. 16 Nisan’daki oylamada dikta yetkilerini anayasal
bir hak olarak talep eden otokrata verilecek “hayır” yanıtı bu nedenle sadece
tek adamın değil, Partisinin de dağılma sürecini başlatacaktır. Dolayısıyla,
Cumhuriyetin yıkıntıları üzerine inşa edilmek istenen İslamcı rejimin de hizaya
çekilmesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz yeni bir mücadele eksenini de
başlatarak: Hiçbir şey, 2002 öncesine dönüşü mümkün kılmayacaktır; geleceğin
inşası, tazelenen güçlere ve bakış açılarına sahip olanların elinde olacaktır.
***
Ama
eğer 16 Nisan’da dikta taleplerinin anayasal normlara dönüştürülmesi kabul
edilirse, o zaman başka bir mücadele sayfası açılacaktır. Güç yığılmasının
baştan çıkarıcılığının hangi otoriter çılgınlıklara yol açacağı bugünden tam
olarak kestirilemez kuşkusuz. Ama yeni “anayasal” rejimin (erkler birliğine yol
açan bir rejime ne kadar “anayasal rejim” denilebilirse) sınırlarının dahi
sürekli olarak zorlanacağını ve nihai hedef olan İslami bir rejimin inşası için
yeni bir anayasa değişikliğinin gündeme getirilmek isteneceğini tahmin etmek
zor değildir.
Anayasal
sınırların nasıl zorlanabileceği konusunda iktidar partisinin 15 yıllık gelişim
çizgisini incelemek yeterli olabilir. Hatta 2014 sonrasında anayasaya rağmen
fiilen hem başbakan hem cumhurbaşkanı yetkilerini kullanan otokratın 2,5 yıllık
yönetim biçimi dahi yeterli olabilir. Üstelik şimdi, “evet” çıkarsa, arkasına daha
fazla hukuki dayanak almakta, yürütmenin tüm sorumluluğunu eline geçirmesine
rağmen bunun siyasi sorumluluğundan, Meclis denetiminden esas olarak kurtulmaktadır.
Bu koşullarda her türlü demokrasi-dışına kaçışın yolu ardına kadar açılacaktır.
Bunun örneklerini görmek için 20. Yüzyılın faşist rejimlerinin yol alış
biçimlerine bakmak da yeterli olabilirdi. Ama kendi tarihimizden de örnekler
bulunabilir, özellikle de başlangıç günahlarında.
***
1950’de
iktidar olan Demokrat Parti (DP), bugün talep edilen türde bir anayasal destek
zeminine sahip olmaksızın dahi Meclis’e yansıyan aşırı gücünü nasıl bir baskıcı
rejime kolayca kaydırabileceğinin örneklerini fazlasıyla vermişti. Seçimlerde,
CHP'nin tarihi hatasıyla "liste usulü çoğunluk sistemi" uygulandığı
için, 1950'de aldığı yüzde 55 oyla Meclis'teki sandalyelerin yüzde 85'ini elde
eden DP, bu seçim sarhoşluğunu baskıcı bir rejim oluşturmaya tahvil etmekte
gecikmemişti. CHP’nin Meclis’te temsil oranı ise yüzde 40 sınırındaki oyuna
karşılık yüzde 14’te kalmıştı. Üstelik 1954 seçimlerinde adaletsizlik daha da
büyümüştü: DP, yüzde 57,6 oya karşılık Meclis’teki 535 sandalyenin 503’ünü yani
yüzde 94’ünü ele geçirmişti. CHP ise yüzde 35,4 oy oranına karşılık 31
sandalyeye yani yüzde 5,8’lik paya sahip olabilmişti. 1957 seçimleri DP
açısından hazmı zor bir kısmi dengelenmedir: DP, yüzde 47,8 oyla 610
milletvekilinin 424’ünü elde ederken Meclis’te temsil oranı yüzde 69,5’e
gerilemiş, buna karşılık CHP yüzde 41,1 oy oranıyla 178 milletvekili
çıkarabilmiş ve 1950’lerde ilk kez Meclis’te yüzde 29,2’lik bir temsil oranına
yükselebilmişti.
Şimdi
bu gelişmelerin bazı sonuçlarına bakalım. 1950-54döneminde DP zafer sarhoşluğu
içindedir. Mayıs 1950 seçimlerinden hemen sonra, Aralık 1950'de CHP Genel Merkez
binasına el konularak Hazine’ye devredilir. Aralık 1953'te bunun devamı getirilir
ve CHP'nin bütün mallarını Hazine'ye devreden bir kanun kabul edilir. 1954
seçimlerinde daha ezici bir Meclis çoğunluğu sağlandıktan sonra, baskı rejimi
her türlü eleştiriyi sindirmeye yönelir, basın susturulur, gazeteciler sıklıkla
hapisle tanışır. Ekonominin kötüye gitmesi iktidarı daha da hırçınlaştırır.
Eleştiriye tahammülsüzlük Ağustos 1955'te CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek'in
bir Karadeniz gezisi sırasında önce Zonguldak'ta gözaltına alınması, sonra
Sinop'ta tutuklanmasıyla sürdürülür. Din sömürüsünü tırmandırmasına rağmen 1957
seçimlerinde aradığını bulamaması ve muhalefetin Meclis'te temsil gücünün
önemli ölçüde yükselişi, hem baskı hem de yeni ittifak arayışlarını arttırır.
Mali iflas bayrağının çekildiği yani ödeme güçlüğü nedeniyle dış borçlar için
moratoryum ilan edildiği 1958 Ağustos'unu izleyen Ekim ayında Menderes,
Emirdağ'da Said-i Nursi ile buluşur ve
onun taraftarlarınca Hilafet ve Saltanatı temsil eden çift tuğralı yeşil
bayrakla karşılanmaktan rahatsız olmaz. Hatta yeni müttefikinin ülke içinde
seyahatlere çıkması teşvik edilir. Bu arada gazetelerin kapatılmasına, yönetici
ve yazarlarının tutuklanmasına hız verilir; bunlara tepki veren İstanbul
Gazeteciler Sendikası da kapatılır.Gene Ekim 1958'de ilk çağrısı yapılan
"Vatan Cephesi" uygulaması da, toplumu ikiye yararak iktidarını
konsolide etme girişimlerinin (bugünlerde de aşina olduğumuz gibi) sınır tanımaz
niteliğini gösterir. (Bkz.T.Z. Tunaya,
İslamcılık Akımı, 1962; Doğan Duman, Demokrasi Sürecinde Türkiye'de İslamcılık,
1997; CHP, CHP ve Aydınlanmanın Kısa Tarihi, 1919-1960, 2012).
DP
deneyimi, Türkiye sağının, merkeze hangi uzaklıkta olursa olsun, demokrasi sınavını
geçemediğini, özellikle de aşırı güç yığılmasını taşıyamadığını göstermektedir.
1950'lerde herşeye rağmen Meclis merkezli olan bir siyasi sistemi, şimdi tek
adam merkezli bir yapıya dönüştürmenin, üstelik Cumhuriyetin tam karşıtı olan
bir siyasal İslamcı harekete sonu belirsiz bir vadeyle teslim etmenin nasıl bir
tehlikeye denk düşeceği acaba yeterince anlaşılıyor mu?
***
Aydınlanma,
esas olarak laiklik ilkesi üzerinde yükselir. İktidarın kaynağının gökyüzünden
yeryüzüne indirilmesidir. Türkiye’de Cumhuriyet’in aydınlanmacı kurucuları da
“egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarını topluma mal ederek bu yolu
izlemişlerdir. Şimdi Türkiye’de asıl inancı “egemenlik kayıtsız şartsız
Allah’ındır” düsturu olduğu halde (ki 1990’larda açığa vurulan anlayış budur),
siyasi oportünizm gereği, Cumhuriyet’in devrimci kuruluş şiarının anlamını
dönüştürerek faydacı bir biçimde kullanan bir hareketin “hâkim-i mutlak” olma
yürüyüşü vardır. O nedenle de buna “hayır” demek, bitmeyecek aydınlanma
mücadelesinin-bugün çok ihtiyaç duyulan- yeni bir atılım başlangıcı olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder