ATATÜRK VE HÖDÜKLÜK
Herhangibir
yaratığın insandan sayılmasının başlıca koşulu, erdemli olması, soysuzluk
çamuruna baştan ayağa batmamasıdır. Uzunca
bir zamandır, kimi cüdamlar, Atatürk’e saldırmanın, O’nun anısına saygısızlık
yapmanın yada O’nu ulusal ve evrensel değerlerimiz arasından silmenin çirkin,
utanılacak örneklerini sergilemekteler. Bunlardan sonuncusu, kamuoyunu ayağa
kaldıranı, yaşayan ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı Hocanın “hödükler” diye
adlandırdığı, üçlü oldu. Hödük; “görgüsüz, kaba, anlayışı kıt, korkak-ürkek”
anlamına gelir. Fakat bu üç hödük için, bu anlamlar yetersiz kalır. Bunlara
soysuzluk ve alçaklığı da eklemekde gereklilik bulunmaktadır. Bunların
adlarını burada geçirmenin, sayfamızı kirleteceğini düşünüyorum. Bu hödükler, 7
Mayıs 2017 günlü “Derin Lağım(!)” adlı programlarından, tüm pisliklerini
kusmuşlar ve böylece cami duvarına işemişlerdir. İşin ilginci, Atatürk’e söverek geçimlerini
sağlayan bunlar ve benzerleri,öncülleri olarak kutsadıkları ve palazlanmalarına
neden olan Celal Bayar’ın; “Atatürk, seni sevmek ibadettir” dediğinden bile
bilgisiz olduklarını ortaya koymuşlardır.
Atatürk’ü,
soysuz ve benzeri alçaklara anlatmak için tarih kitaplarını, resmi belgeleri
önermenin yararsız ve boşa kürek çekmek olduğunu bilmekteyim. Çünkü,
cesaretleri bilisizliklerden, kör ön-yargılarından kaynaklanmaktadır.
M.K.Atatürk’ün ulusal ve evrensel değerini ve büyüklüğünü anlatmanın en kısa ve
anlaşılır kılmanın üç kanıtını sizlerle paylaşmak isterim.
Bunlardan
ilki; ülkemizi işgale gelmiş ve Çanakkale’de toprağa düşmüş Anzaklıların
annelerine,1034’de yazdığı mektup;
“Bu
memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost
vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle
yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler
ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten
sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Ve bu mektuba Avustralyalı bir annenin verdiği yanıtı;
“Gelibolu
topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz
hafifletti. Gözyaşlarımız dindi.
Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde
dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata
demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın
sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla...”(1)
Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde
dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata
demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın
sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla...”(1)
İkincisi,
Yunanistan Başbakanı Venizelos’un 12 Ocak 1934’de ;Nobel Barış Komitesine,
Atatürk’ü Barış Ödülüne aday gösterme gerekçesidir:
“Sayın Başkan,
Yaklaşık
yedi asır boyunca Yakın Doğu'nun tamamı ve Orta Avrupa'nın büyük kısmı kanlı
savaşlara sahne oldu. Bunun temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu ve onun
sultanlarının mutlakıyetçi yönetim sistemiydi.
Hıristiyan
halklara boyun eğdirilmesini kaçınılmaz olarak takip eden Haç'ın Hilâl'e karşı
dini savaşları ve ardından da özgürlüklerine düşkün bütün halkların başarılı
diriliş hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu sultanların etkisinde kaldığı sürece
daima devam eden bir tehlike ortamıydı.
Mustafa
Kemal Paşa'nın milli hareketinin rakiplerine galip gelmesiyle, 1922'de kurulan
Türkiye Cumhuriyeti, bu belirsizlik ve hoşgörüsüzlük devletine kesin bir son
verdi.
Hakikaten,
bir milletin hayatında bu kadar kısa zamanda bu kadar köklü bir değişiklik
nadiren gerçekleştirilebilmiştir.
Hukuk
ve dinin birbirine karıştığı dini bir rejim altında yaşayan, çöküş halindeki
bir imparatorluk tamamen hayat ve canlılık dolu modern bir ulus devlete
dönüştürüldü.
Büyük
reformcu Mustafa Kemal Paşa'nın sağladığı hızla, sultanların mutlakıyetçi
rejimi sona erdirildi ve devlet tamamen laik oldu. Haklı olarak medeni
milletlerin en ön saflarında yer almaya büyük istek duyan bütün millet
gelişmeleri benimsedi.
Fakat,
barışın sağlamlaştırılması etnik Türk kimliğinin baskın olduğu devletin şu
günlerdeki haline dönüşmesine yol açan inkılaplarla birlikte yürütüldü.
Hakikaten, Türkiye diğer milletlerin meskun olduğu illerini hukuka uygun bir
şekilde kaybetmiş olmayı kabullenmede tereddüt etmedi ve anlaşmalarla belirlenen
siyasi ve etnik sınırlara razı olup, Yakın Doğu için gerçek bir barış dayanağı
haline geldi.
Türkiye'yle
sürekli devam eden anlaşmazlıkların neticesinde asırlarca kanlı savaşlara
sürüklenmiş olan biz Yunanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun halefi olan bu ülkede
gerçekleşen derin değişikliğin etkilerini ilk hissedenler olduk.
Küçük
Asya Felaketi'nden hemen sonra, savaştan bir ulus devlet olarak çıkmış olan
yeniden doğan Türkiye'yi anlama fırsatını fark ederek ona, elimizi uzattık ve o
da samimiyetle karşılık verdi.
Samimi
barış arzusuyla dolu olduklarında en derin farklılıklara sahip halkların bile
tekrar yakınlaşabileceklerini gösteren bu yeniden birbirimize yakınlaşma
faaliyeti hem iki ülke için hem de Yakın Doğu'daki barışı sürdürmek için
faydalı oldu.
Barışı
tesis etmek için yapılan bu paha biçilmez katkıyı gerçekleştiren kişi elbette
Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'dır.
Bu
yüzden, 1930 Yunanistan Hükümeti'nin lideri olarak, Yunan-Türk anlaşmasının
imzalanmasının Yakın Doğu'nun barışa doğru yürüyüşünde yeni bir dönemi
başlattığı şu zamanda, Mustafa Kemal Paşa'nın Nobel Barış Ödülü'ne sahip
olmanın ayırt edici itibarıyla ödüllendirilmesini teklif etmekten onur duyarım.
Saygılarımla.”
Üçüncüsü
ise, BM UNESCO Genel Konferansının 27 Kasım1978 tarihli oturumunda,
M.K.Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yıldönümünde, 1981’de, tüm ülkelerde
anılmasını, 152 ülke temsilcisinin oybirliği ile aldığı kararla, “Uluslararası
anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar
için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümü'nde, 1981 yılında anılmasını
kararlaştırmıştır”.. Bu karar Atatürk’ü şöyle
tanımlamakta; “Atatürk ululararası anlayış, işbirliği,
barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş
bir inkilapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan
haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar
arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur”.
Düşmanlarına kucak açan, onları vatan toprağında
kardeşleri ile birlikte yatanlar olarak niteleme yüceliğini gösteren ve yeni
bir barış dönemin sayfasını açan Atatürk, dün savaştığı ülkelerin lider ve
temsilcileri tarafından,büyük bir değerbilme sergileyerek tarihteki yerini daha
bir belirgin kılarken, günümüzün hödük ve alçakları, O’na ve anılarına
utanmazca saldırırken, ağızlarından salyalar akarken ve kapılarına
tasmalarından bağlandıkları sahiplerinden yeni bir kemik atılmasını beklerken,
halkımızın hemen tamamı tarafından lanetleniyorlar ve tasmalılar bu kez
kemiklerinin atılmamasının şaşkınlığını yaşıyorlar.
Beni
asıl kahreden, sayıları ikiyüze varan yükseköğretim kurumlarımızda “Atatürk
İlke ve İnkilapları Bölümlerinde” görev yapanlardan,yani Atatürk dersleri ile
geçimlerini sağlayanlardan tek gür bir sesin yükselmemesi, Cumhuriyetin
savcılığını yapması gereken Savcıların, yasal görevlerini yerine getirmeleri
için doğrudan girişimde bulunmamalarıdır. Atatürk’e, kamu görevlileri eli ile, doğduğum
kent olan Adıyaman ve Besni’de ve adına sergilenen saygısızlık ve soysuzluğu,
50 nci yaşını kutlayan ve gerçek gazetecilik yapan Besni Ekspres Gazetemizin
tanıklığı ile değerlendirmeyi gelecek yazıma bırakıyorum.30.04.2017
Prof.Dr.Mustafa
Altıntaş
ADD
Kurucu Üyesi
BEV
Kurucu Üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder