13 Kasım 2016 Pazar

DEĞERLI PAYDAŞLARIM,
Dünyamızın da, bölgemiz ve ülkemizin de temel ekonomik,siyasal,toplumsal,kültürel ve etik sorunlarının temelinde, giderek yaygınlaşan ve derinleşen "bilgisizlik ve bilisizlik (cehalet)" yatmaktadır. Bilgisizlik ve bilisizlik, korkuyu  ve güce tapınmayı getirmektedir. Göreceli, okur-yazar oranında, ortalama okulda kalma yılları yükselmekte, bilgiye erişim kolaylaşmaktan yola çıkarak, bilgisizlik ve bilisizliğin azalması gerektiğini savunabilirsiniz. Ancak, gerçekler,bu önkabule uymamaktadır. Oysa ki, dünyamızda,bölgemizde ve ülkemizde insanlar birbirlerini öldürmekte, kitlesel öldürümler artmakta, insan haklarına saygısızlık bir hak olarak kabullenilmekte, evrensel hukuku kimse takmamaktadır. Bütün bunların temelinde, bilgisizlik ve bilisizlik bulunmaktadır. Örneğin, sizlerle yine bugün paylaştığım mektubumla ODTÜ gibi saygın bir kuruluşumuzda bile, beş üniversite çalışanına karşı işlenen hukuk cinayetini,yasa cinayetini ve bunun temelindeki bilgisizlik ve bilisizliği örneklemeye çalıştım.Oysa ki, bu hukuk ve yasa cinayetinin işlendiği kurumda, bu cinayete katkıda bulunanların isimlerinin önünde "prof.dr" etiketi bulunmakta. Demek ki, bilisizlik ve bilgisizliğin panzehiri, diploma değil, bilgisizlik ve bilisizliği giderici laik bir eğitim sisteminin süzgecinden geçmek gerekmekte.
Bilgisizlik ve bilisizlikle savaşmamızda en önemli katkıda bulunması gereken bilim insanlarımızın, yazar-çizer ve düşünürlerimizin, basın emekçilerinin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, yüzlerce yıla varan ağırlaştırılmış hapisle tehdit edilmelerinin altında hep, bilisizliğin/cehaletin egemenliği bulunmaktadır. Yazar ve çizerler hür sözcüklerin ve çizgilerin bekçileridir.Bu bekçiler ise, bilisizliğin can düşmanıdır. Dünyamız,bölgemiz ve ülkemiz bilisizliğin tutsaklığını yaşamakta ve bedelini,yoksul insanlarımız, canları ve kanları ile ödemektedirler.

Aşağıdaki paylaştığım öykü içinde kendinizi bulabilirsiniz. Türkiye'de kurumların nasıl çökertildiğini,niteliksiz muhterislerin nasıl kurumlara çöreklendiğini, cehaletin övgüye, bilgi ve yeteneğin sözgüye/yermeye konu edildiğini, Sevgili Dostum ve meslektaşım Prof.Dr.Ali Demirsoy'un kaleminden okuyabilirsiniz. Ve aradığımız çözümün nerede olduğunu da kavrayabilirsiniz. Bilgi ve yeteneğe öncelik tanımaksızın, daha da yoksullaşacağımızı, daha da katlanılmaz yaşam koşullara mahkum olmamızın kaçınılmaz olacağını görebileceksiniz.


TÜRKIYE’NIN ISTENEN DÜZEYE BIR TÜRLÜ ULAŞAMAMASININ BASIT BIR AÇIKLAMASI“ALI DEMIRSOY’UN YAŞAM ÖYKÜSÜNDE”
Prof. Dr. Ali Demirsoy, 2016.11.11
      Ben, 21 yaşımda çok iyi bir derece ile üniversiteyi bitirdim; 1978 yılında 33 yaşında biyoloji profesörü oldum. O dönemlerde 50 yaşında profesör olmak bile bir başarıydı. Ajanslarda (bugünkü söyleyişle haberlerde) bu durum (başarı) gün boyunca halka duyuruldu. İki yıl sonra 35 yaşında gerçek bir seçimle Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesine dekan oldum (1981-1982); yine ajanslar sabahtan akşama kadar fotoğrafımı da koyarak halka duyurdular. Bir bilim adamına yakışmayacağını bilmekle birlikte yazıdaki fikri güçlendirmek için şu övünmeyi de yapacağım:
      Türk ve İslam tarihinin çeşitli alanlarında en çok bilimsel kitap yazmış (zaman zaman da çevirilere editörlük yapmış) adamı, büyük bir olasılıkla benim. Kitapların nitelikleri tartışılabilir; ancak onlardan birkaçı bugün hala dünya standardının üstündedir diyebilirim (Genel Zoocoğrafya ve Türkiye Zoocoğrafyası Kudüs Üniversitesinde resmi olarak okutulmuş Türkçe kitaptır).
      Hiçbir yüksek lisan öğrencimin ya da doktorantımın yayınına adımı koydurmadım. Doktora öğrencilerimin çok büyük bir kısmını riske girerek kendi çalışma alanımın dışında Türkiye’de bir ilk olacak konularda çalıştırdım. Çoğuna çalışma sırasında proje desteği buldum. Hemen hepsinin yabancı bir ülkede bursbulmasına katılarım oldu. 
      Uluslararası Biyoloji Olimpiyatlarının TÜBİTAK gözetiminde ve desteğinde kurulmasını ve 14 yıl boyunca başarıyla yürütülmesini bir arkadaşımla birlikte yetkili yönetici olarak sağladım. 
      Yine TÜBİTAK desteğinde Bilim Okullarının ve Doğa Okullarının kurulmasına (bir ara ülke sathında sayıları 100’e ulaşmıştı) ikinci adam olarak önemli katkılarım oldu; eğitimlerini bizzat yıllarca yürüttüm. 
      Kemaliye’de ülkemizde örneği az bulunan oldukça zengin bir Doğa Tarihi Müzesinin kuruluşunu 4 arkadaşımla birlikte gerçekleştirdim. 
      Türkiye’nin sorunlarına ilişkin (Türkiye faunasının tespiti ve Türkiye doğasının korunmasına ilişkin) onlarca projeyi yürütücü olarak başarıyla tamamladım.
      Birkaç binin üzerinde bilimsel konularda konferans verdim. 
      TRT’ye kurgusu ve anlatımı bana ait olmak üzere çok beğeniler 5 belgesel yaptım; ayrıca birçok belgesel ve tanıtım sunumunda yer aldım.
      Bilimsel kitaplarımın haricinde roman, deneme, bilim kurgu, anı tarzında kitaplar yazdım. Anadolu’da unutulmaya yüz tutmuş 2.500 kelimeyi derleyerek bir sözlük haline getirdim. Birçok popüler ve sanat dergisinde onlarca bilimsel yazım oldu. 
      Anadolu’da Ağrı Dağı’nın son birkaç yüz metresi hariç bilinen büyük dağların çoğuna çıktım, biyolojik örnekler topladım; biyolojik örnekler açısından çok zengin bir bilimsel (bilimsel adları yazılmış) fotoğraf koleksiyonum oldu.
      Türkiye CİTES (Yabani Hayvan ve Bitki Nesli Tehlikede Olan Türlerin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme) Fauna sorumlusu (1996—>2012) (TÜBİTAK) olarak karşılıksız görev yaptım.
      Türkiye Tabiat Tarihi Müzesi’nin TÜBİTAK nezdinde kurulması için birkaç öğretim üyesi arkadaşımla yıllarca çaba gösterip, planlarını çizdirdim (beklemeye alınmış). 
      38 yıl boyunca ÖSYM’de biyoloji sorularının yazımı, denetlenmesi ve sorumlu olarak son imzanın atılmasında görev yaptım (bu süre içinde denetlediğim hiç bir soru iptal edilmedi).
      Ziraat, diş hekimliği, tıp, çevre mühendisliği, gıda mühendisliği, antropoloji öğrencilerine çeşitli konularda lisans ve lisan üstü dersler verdim.
      Milli Eğitim Bakanlığı Orta Eğitim Biyoloji Ders programının geliştirilmesi ve Kitap Yazma Komisyonunda (AERGED) (1993-1995) uzman olarak Türk Eğitimine katkılarım oldu. 
      Birleşmiş Milletlerin Desteklediği "İzlanda, Gröland ve Kuzey Kutbu Oşeonografik ve Derin Deniz Biyolojisi Araştırması" projesine biyoloji uzmanı olarak 1974 katıldım. 
      Türkiye Biyologlar Derneği Genel Başkanı (Kasım/2002—2004) olarak mesleğime katkılarım oldu.
      Ülke çapında farklı zamanlarda (1998, 1999, 2000, 2001, 2002, 2003, 2004, 2005, 2006) yapılan 48 önemli kuruluşun katıldığı Türkiye'nin Sorunları ve Çözüm Konferanslarında Bilim Kurulu Başkanı olarak görev üstlendim.
      MTA Tabiat Tarihi ve Madencilik Müzesi Bilim Kurulu üyesi (1998—>) olarak katkılarım oldu. 
      13 bilimsel derginin uzun süre bilimsel hakemliğini yaptım. 
      Dünya bilimine 2 yeni cins, 18 yeni takson (tür ve alttür) bularak onları bilim dünyasınatanıttım.

Ödüllerim oldu
      Türkiye Tabiatını Koruma Derneği tarafından, 28 Mayıs 1996 tarihinde Türkiye Faunasına yaptığım katkılardan dolayı şeref ödülü
      Çevre Bakanlığını tarafından 1998 Birleşmiş milletler "UnepSasakavaEnviroment Prize" ödülüne aday.
      Çevre Bakanlığını tarafından 1999 Birleşmiş milletler "Global Environment LeadershipAward" ödülüne aday.
      Jeoloji Mühendisleri Odası "Jeoloji Mühendisleri Hizmet Ödülü" 16.Nisan 2003
      Ankara Fen Fakültesi Dekanlığı Tarafından, Hizmet Ödülü, 2003
      Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarında (genel yayın: 950): Yaşamım ve dünyaya bakışım Doğaperest ”Ali Demirsoy Kitabı” adı altında 2006 yılında yayınlandı (daha sonra 2012 yılında Hacettepe Üniversitesi ilaveli ikinci baskısını yaptı).
      Türk Dil Kurumu ve Hacettepe Türk Dil Topluluğu tarafından Türk Diline Katkı Ödülü.24.11.2006
      TMMO. Jeoloji Mühendisleri Odası Hizmet Ödülü, 02.05.215.
      Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı tarafından Türkiye’nin en büyük 11 ilinde yaptırılan geniş tabanlı bir anket ile uluslararası katılımlı bir törenle 1 Kasım 2016 yılı bilim ödülü.
      Başka bilim adamları tarafımdan biri bitki olmak üzere bir yeni altfamilya, 2 yeni cins ve 14 yeni tür benim adım verilerek tanımlandı.

Başka ne yaptım
      Çeşitli burslar (örneğin DAAD, Humboldt) alarak başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin araştırma enstitülerinde ve üniversitelerinde çalışmalar yaptım. 
      Herhangi bir kongre, yurtdışı eğitim ya da araştırma için ülkemin kaynaklarının hiç birini kullanmadım (ülkesinin kaynakları dışında kaç öğretim üyesinin bunu başardığını doğrusu öğrenme ilginç olacaktır). Hepsini yurtdışı kaynaklardan karşıladım. 
      Bu temaslarda o zamanlar önemli olan epeyi bir kişi ile tanıştım. Üniversiteme Humboldt Vakfı aracılığıyla büyük miktarlarda bilimsel kitabı ve o gün çok pahalı olan bilgisayar ve müştemilatı bağış olarak aldım; çok pahalı olan enzim ve hormonları bazı kimyasal maddeleri çalışma arkadaşlarımın çalışmaları için yine bağış olarak bu vakıftan edindim.
      Özellikle kısa süren (14 ay) dekanlığımda bu ilişkileri üniversitemin eğitimine ve araştırmalarına yansıtmak için büyük bir çaba içine girdim. Yaklaşık 300 küsur önemli yayınevi ile dergi alış verişi için anlaşmaya vardım. 
      O dönemlerde gümrüklerde yakalanmış mallar, kamu kuruluşlarına istek üzerine verilebiliyordu. Gümrük müsteşarı Ali Metin Yavuz hemşerim olması nedeniyle kapılarını bana açtı; üniversiteme eğitimde kullanılmak üzere yüzlerce televizyon, radyo, epeyi bir sayıda kullanılmamış araba, buzdolabı ve o gün ülkemizde kolay bulunmayan birçok malzeme daha aldım; gerisi de gelecekti.
      Almanya’da bulunduğum sırada DeutscheForshungGemeinschaft (Almanya’nın TÜBİTAK’ı denebilir) yöneticileri ile yaptığım gayri resmi temaslarda Antalya’da (o tarihlerde henüz Akdeniz Üniversitesi yasal olarak kurulmamıştı) yeni bir ortak üniversite kurmayı önerdim; prensipte sözlü olarak anlaştık. Bina yapımı haricinde her türlü desteği sağlayabileceklerini; dönüşümlü olarak Alman öğretim üyelerinin bu üniversitede ders verebileceklerini, araştırma yapabileceklerini; genç Türk araştırıcıların da Almanya’ya giderek bilgi ve görgülerini artıracaklarını, mesleki ilişkiler kurabileceklerini söylediler. Antalya şehir ve çevre olarak böyle bir ilişki için biçilmiş kaftandı. Yabancı konuklar (ve aileleri) için deniz kenarında yapılacak belirli sayıdaki lojman ya da konuk evi, gözde birçok bilim adamının ilgisini çekecekti. YÖK’ün o zamanlar ikinci adamı sayılan Sayın Prof. Dr. Gürol Ataman’a durumu ilettim. Çok olumlu karşıladı. O sıralarda Çukurova Üniversitesi gözetiminde Antalya’da yanılmıyorsam Ziraat Fakültesi vardı. Üniversite olabilmesi için Fen Fakültesi de kurulması gerekiyordu. Üniversitenin kurulabilmesi için Fen-Edebiyat Fakültesinin de kurulması yasal olarak gerekiyordu; ortak üniversitenin ilk adımının atılabilmesi için Fen Fakültesi’ne kurucu dekan olarak o günlerde Ortadoğu Teknik Üniversitesinde doçent olarak çalışan Sayın Doç. Dr. Ural Akbulut’u (daha sonra ODTÜ’sine rektör oldu) önerdik ve dosyasını hazırlayarak YÖK’e; Gürol Ataman’ın önüne götürdük. Dosyaya göz gezdiren Prof. Dr. Gürol Atama, ben böyle bir mükemmel dosyayı bu güne kadar çok az gördüm diyerek bu işinhalledilmesi gerektiğini söyledi. Ancak bir türlü atama işlemi gerçekleşemiyordu; çünkü YÖK’ün o günlerde Antalya’da gözde adamlarından biri “ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesinden komünist çıkar; onları buraya sokmayacağız” diyerek karşı çıkar. 
      Dekanlığım sırasında Türkiye için tamamen yeni ve çok önemli iki projem daha vardı. Gerçekleşmiş olsaydı farklı bir Türkiye olabilirdi. Bunları ibret olsun diye sırasıyla kısaca vermek istiyorum.
      Birincisi H. Ü. İstatistik bölümünün yanı sıra bir yöneylem bölümü kurmaktı. Bu konuyu en iyi bilen ve o gün İstatistik Bölümü başkanlığını yapan Prof. Dr. Alaattin Kutsaldı.  Yöneylemin bir ülke için ne kadar önemli olduğunu vurgulayabilmek için (sunduğumuz projede de yer alan) şu örneği vermiştik: Almanya, Sovyetler Birliğine saldırdığında 1500 km cepheli çok başarılı bir tank savaşı yaptığı yazılır ve çizilir. Bunun nedenin Almanların yöneylem bilimini o günkü koşullarda en ustaca kullanmalarından kaynaklandığı bilinmektedir. Hangi tankın hangi zamanda nerede olacağı, ne zaman ne kadar yakıta gerek duyacağı; bu yakıtı nereden hangi aracılarla alacağı; farklı durumlarda ne kadar mühimmatta gerek duyacağı; bunları nereden sağlayacağı; yedek parçaların nasıl iletileceği; hangi depolarda olacağı; birbirleriyle ilişkileri nasıl sağlanacağı ve benzer onlarca soruyu anında karşılayacak bir sistemin kurulması yöneylemin konusuydu. En can alıcı kısmı ise bütün bunların Almanya’daki bir merkezden, bir odadan adım adım izlenip; idare ediliyor olmasıydı.
      Bu bilgiye sahip olmayanların durumu ile ilgili bir örnek verirsek: İran, Şah Rıza Pehlevi zamanında dünyanın sayılı hava kuvvetlerinden birine sahipti. İran Şahı ülkesinden ayrıldıktan kısa bir sürü sonra Irak ile savaş başlatıldı. Yaklaşık sadece İran’da bu savaşta 1,5 milyon insan öldü. Hava kuvvetleri başarı olamadı. Çünkü F serisi uçakların her biri en az 15.000 parçadan oluşuyormuş. Yedek parçalar depolarda yeterince bulunuyormuş; ancak savaş sırasında ne nerede kimse bulamıyor; hangi savaş aracına ne zaman nerede ikmal yapılacak; yedek parçalar nereden en hızlı şekilde sağlanacak? Hiç kimse ve sistem zamanında bunu sağlayamıyor. Dolaplar açılıp kapanıp malzeme aranırken ölen de ölmüş oluyor. Böylece İran gücünü kullanamadan büyük kayıp veren bir ülke olarak tarihe geçiyor. 
      İkinci önemli projem: H. Ü. Biyoloji bölümü eğitiminin yanı sıra bir Islah Bölümü kurmaydı. Bu yeni bölümde, kimyacılar, fizikçiler, istatistikçiler, ziraat mühendisleri, veterinerler, moleküler biyologlar ve geleneksel biyologlar birlikte çalışacaktı. O günlerde bir kilo domates, salatalık, kavun vs. tohumunun 1 kilogramının İsrail’den 30-40 milyar TL’sına ithal edildiği sık sık yazılıyordu.
      Hâlbuki ki Türkiye ve bu coğrafya özellikle birçok tahıl bitkisinin anavatanı olarak biliniyordu; yani ilk defa bu türler bu coğrafyada evrimleşmişti. Yabani formları, kullanabileceğimiz genler topraklarımızda bulunuyordu. Örneğin nohut, mercimek; birçok buğday ve arpa çeşidi; badem; kiraz, asma; lale başta olmak üzere birçok süs bitkisi; birçok tıbbi bitki bu toprakların öz varlıklarıydı. Kullanabileceğimiz büyük bir gen havuzumuz vardı. Geleneksel ve moleküler ıslah ile daha verimli, daha albenili, daha lezzetli, hastalıklara karşı daha dirençli yeni çeşit ve türler elde edilecekti. Aslında bir hazinenin üzerinde oturuyorduk. Türk ekonomisi hayal edemeyeceği bir kaynağa kavuşurken; yeni çeşitlere Türkçe adlar koyan Türk bilim dünyası da bunun onurunu yaşayacaktı. Aysberg marulunu, Washington portakalını, Starking elmasını, Satsuma mandalini, Napolyon kirazını, Amerikan bademini ve benzer onlarcasını yerken; Hollanda lalelerini satın alırken doğrusu nefesimin tıkandığımı söyleyebilirim.
      H. Ü. İstatistik Bölüm Başkanı rahmetli Prof. Dr. Alaattin Kutsal denetiminde hazırladığımız Yöneylem Bölümü projemizi bütün çabalarımıza karşın YÖK’ün atadığı yöneticilerimize bir türlü anlatamadık. Büyük bir olasılıkla yöneylem sözünü ilk defa bizden duymuşlardı. Çeşitli nedenlerle bir türlü gündeme sokmadılar. Yönetimden uzaklaştırılmış olmam nedeniyle bu proje de rafa kaldırıldı. 
      Islah Bölümü için hep bir ağızdan çok iyi olur çok iyi olur denmesine karşın, bu bölümde yeni çeşitler ve türler üreteceğiz sözü, açık açık dile getirilmemiş olsa da, şuur altında Tanrı’ya şirk koşma olarak değerlendirilmiş olmalı ki bir türlü gündeme ciddi olarak getirilmedi. Zaten bu projenin sunucusu olan ben adı arşa çıkmış bir evrimciydi; evrimciler de çoğunluk ateist olur saplantısı iliğimize işlemişti. Yeni türler, yeni çeşitler sözü; doğada olmayan, Tanrı’nın bize lütfetmediği yeni canlı tasarımları yapma birçok tutucu çevreyi ürkütür düşüncesi ile o günlerde yapılmakta olan ve yılan hikâyesine dönen “ şu güzel sanatlar binasını bir bitirelim; ondan sonra sıra size gelecek” nakaratı ile savsaklandı ve hevesimiz  “deyim yerinde ise” kursağımızda bırakıldı.
      Aradan bunca zaman geçti düzeldi mi dersiniz? 2006 yılında 4 meslektaşım ile birlikte giderlerinin önemli bir kısmı bize ait olmak üzere Erzincan/Kemaliye kasabasında mütevazı; ancak bir kasaba için marka olabilecek bir doğa tarihi müzesi kurduk. Amacımız, çevre illerinde okumakta olan öğrencilere dünyayı tanıtmak, kasabanın biyolojik zenginliğini sergilemek, kasabaya nitelikli turist çekmek, yaban hayatının bozulmadığı bu yörede güçlü bir çevre bilinci yaratmaktı (bunların hepsini de başardık). Ancak geçimini, safahatını, gelirini din simsarlığından edinen çevreler kurdukları televizyonlarda, kaynağı kuşkulu olan kitaplarında, Ali Demirsoy’un bu müzeyi evrim fikrini aşılamak için kurulduğunu akşam sabah işleyerek kara propaganda yapmaktadırlar.

      Dünü tekrar ederek bir yere gidemezsiniz. Yeni fikir ve girişimlere gerek vardır. Geleneksel görüşe karşı çıkanlar arasında yaratıcı insanı aramalısınız. Bunu yapacak adamları dünya görüşleri ne olursa olsun yönetimde tutarsanız ya da yönetime getirirseniz adım atabilirsiniz. Yandaşı getirirseniz belirli bir süre önemli atılım yapar gibi olsanız da bir zaman sonra olduğunuz yerde dönmeye başlarsınız ve önce huzursuzluk; sonrasında da terör üretirsiniz.
      Bilimden ve bilim adamından korkan bir ülke olur mu? Olur. Bunu bizzat ben yaşadım ve gelecek kuşaklara yol göstersin ve onlara bilgi notu olsun diye bu yazıyı kaleme aldım.
Benim yapabileceklerim her şey böylece sonlandı.
      Benim büyük bir şevk ve istekle girdiğim H. Ü. Fen Fakültesini yenileme ve geliştirme projem, dekan seçildikten 14 ay sonra YÖK’ten gelen bir yazı ile bir daha açılmamak üzere kapatıldı. Çok defa fakültenin öğretim üyelerine oy kullandırıldıktan sonra rektörün istediğiniatadığı günümüzdeki maskara seçimlerle değil, gerçek seçimle geldiğim dekanlığım 14 ay sonra,hiçbir neden belirtilmeden YÖK kararı ile sonlandırıldı. Fakültelere gelen dekanlar kimlerdi? Onları söylemeye burada gerek yok. O tarihten sonra üniversitelerin dili karnına kaçtı. Baş sallayarak bir yerlere gelmeye çalışan, ülkenin hiçbir sorununa ciddi bir şekilde eğilmeyen, olaylara tepki gösteremeyen, yöneticilerinin seçiminde oy verdiğini zannederek avunan, kendini birkaç makalenin içine hapsetmiş bir zümre türedi.Bir yerde konuşma yapmak için ya da bir konuda fikir beyan etmek için ya da bir derneğe üye olabilmek için rektörlerden yazılı izin alma zorunluluğu getirildi. Hatta kendi meslek kuruluşlarımıza bile izinsiz üye olamıyorduk. Suskun ustadan suskun çırak olacağı için yetişen –günümüz- genç akademisyenleri de bu yolun yolcusu oldular. Hâlbuki ki bu coğrafyanın konuşan, düşünen, yorum yapan insanlara büyük ihtiyacı vardı.
      Topluma doğru fikir verecek ve yaratıcı beyinler üretecek en önemli yer üniversitelerdir. Üniversite ülkeyi yönetmez; yönetenlere yol gösterir, bilgi verir, gelecek için neler olabileceğini yorumlar, seçenekler sunar; yönetenler bu seçeneklerin içinden isterlerse en uygununu alır ve kullanır. Eğer üniversiteler içine kapanmış ise, öğretim elemanları korkak ve kabuğuna çekilmiş ise, ülkenin sorunlarıyla ilgilenmeyi tehlikeli bir alan olarak görmeye başlamış ise deniz bitmiş; yöneticilerin bilgi kaynağı tükenmiştir. Yönetimler artık pusulasız yol almaya mahkûm olmuştur (pusula kullanmayı bilen yönetimler için bu yorum geçerlidir). Kolektif düşünme bitmiş; tek adam devri başlamıştır. Baş sallayıp maaş alanların devri başlamıştır. Nitelik alt sıralarda aranan bir özellik olmuştur. Lidere tapınma, yaranma ve ne söylerse söylesin tartışmasız boyun eğme ortak özelliğimiz oldu. Sonuçta toplumları felakete sürükleyen tek boyutlu insan topluğu ülkemizin genel yapısı oldu.
      Bir üniversitenin başarısı barındırdığı bilim adamlarının niteliği ve becerikli insanları ile gerçekleşir ve dünyada bu özelliklerle tanınır. Bu kurumlarda gerçek öğretim üyesi kimliği ile çalışanların kararları, öğretim üyelerinin (kendilerinin) taşıdıkları kimlikleriyle (dinleri, inançları, ekonomik modelleri, ırkları, akrabalıkları, sosyal ilişkileri ile) kesin bağlantılı olamaz; hatta toplumun düzenini bozmamak kaydıyla yasalarla sınırlanmış da olamaz. Siyaset,şovenizm, yandaşlık, ırkdaşlık, dindaşlık üniversitelerin nizamiye kapısından içeriye girmemelidir. Herkes kendi kimliğini üniversitenin nizamiyesinden girerken bırakıp içeri girmeli; çıktığında ise isterse giyebilmelidir. Eğer yönetim olarak bu kurumları siyasi tercihlerinizin işleneceği yerler olarak görürseniz, kesinlikle bir gün çıkmaz sokağa girersiniz. Doğacakkarmaşadan çıkabilmeniz ise yıllar ve kuşaklar alır.
      Türkiye 15 Temmuz 2016’da bu çıkmaz sokağa nedensiz girmedi. Şu anda rektörlere verilen yetki, bulunduğu üniversiteyi kendi dünya görüşü doğrultusunda düzenleyebilecek kadar güçlüdür. Zaten rektör atamalarında siyasilerin üniversite öğretim üyelerinin oy tercihini dikkate almasını gerektirecek yasal bir zorunlulukları yoktur. Yani bir cumhurbaşkanı rektör atama yetkisi ile tüm üniversiteleri kendi dünya görüşü doğrultusunda organize edebilir. Böylece bütün üniversiteler hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyen kurumlara dönüştürülebilir. 1980’li yılların sonunda YÖK’te bazı kişilerceH. Ü. Fen Fakültesi dekanı olarak atanmam için teklif komisyona getirildiğinde, uzun bir tartışmadan sonra o zamanki rektörümüz, kendisini severim, belki de en çok güvendiğim adamdır; ancak “düşündüğünü söyleyen bir adam olduğu için onunla çalışamam” diye öneriyi 4 saatlik tartışmadan sonra ret ettirmiştir. Rektör görüşünde ve beyanında tamamen haklıydı. Üniversitelerde görüşünü açıklayan öğretim üyeleri değil, kendisine söylenenleri yapacak insanlar aranıyordu. Komisyon da rektörümüzü haklı görmüş olmalı ki gereğini yapmış.Hâlbuki farklı görüş ve seslerin en çok çıkacağı yer üniversiteler olmalıdır.
      Çeşitlenme ortadan kalkınca, seçenek azalır ve bir gün ülke çıkmaz sokağa girer. 1982 yılından bu yana, dünya bilim ve siyaset tarihine “dünya bilim tarihindeki garabetler başlığı altında” geçecek bu ucube sistemle bu günlere geldik.
      İnsan ister istemez zaman zaman kendine soruyor. Acaba “gerçek bilim adamı olma ve düşündüğünü söylemenin ötesinde” ne kusurumuz vardı ki bu ülkenin önde gelenleri benim gibi olanları olabildiğince yetkili yerlerden uzak tutmaya çalıştı. Zaten insan kaynağımız kıt; eldekini kullanmayı niye tehdit olarak görürlersağlıklı bir mantıkla anlamak mümkün değil. Bir insanın kendinden daha bilgili ve yetenekli biri ile çalışmasının bir insana verilmiş en önemli bir şans olduğunu neden bu millet bir türlü anlamadı. Aslında cumhuriyet düşmanlarının ve köktencilerin ağızlarında sakız ettikleri yaşanan bütün darbeler, aslında ileri sürdüklerinin tam tersine köktencilerin değil, konuşan, düşünen, yeni fikirler getiren insanların yediği darbelerin öyküsüdür.
      Türkiye’nin Irak, Afganistan, Tunus, Lübnan, Mısır ve Suriye politikalarının yanlış olduğunu başından bu yana savunan ve yönetimi uyaran insanlar sanki yönetim düşmanı gibi görüldüklerinden sesleri şu ya da bu şekilde kesildi. Büyük yetkilerle donatılmış rektörlerini atayan bir cumhurbaşkanının fikrine karşı çıkmak, bir öğretim üyesi için, ipi boynuna geçirmek demekti. Niye her gün batağa saplanıyoruz, işte bu nedenle… Ben 2012 yılında emekli oldum; ama şimdi anlıyorum ki ben ve benim gibiler 1980 yılında emekli olmuşuz da haberimiz yokmuş…
      Türkiye’de iki önemli üniversitenin kuruluşuna imza atmış, elini taşın altına koymuş; birçok şirket ve tesisi bu ülkeye kazandırmış; becerikli, girişken Sayın Prof. Dr. İhsan Doğramacı ne yazı ki “o da bugünkü iktidar gibi, kısa süreli çıkarları için” bu ülkeye ivme kazandıracak insanları kıyma makinası gibi doğradı ve doğrattırdı. Üniversiteleri ağzı olan; ancak dili olmayan, şamar oğlanlarına çevirdi. Öğretim üyelerinin üniversitelerden “nedenini bile sorması yasaklanmış olarak; yargıya gitme hakkı kısıtlanmış olarak” atılmalarını ve yıllarca bir üniversitede kendi olanakları ile araştırma birimlerini ve ekibini kurmuş öğretim üyelerinin, gözde olmayan, olanakları kısıtlı üniversitelere sürülmesini vatanın kurtuluşu olarak sundular. Topun ağzında olanlar ve zarar görenler, çoğunluk çarpık düzene karşı çıkanlar oluyordu. Dolayısıyla ülkemiz için doğabilecek tehlikeleri sezinleyip uyaracak adam sayısı gün be gün azaldı. Sadece dış politikamızdaki çarpıklık ve çıkmazlar bile bu maskaralığın sonucudur. Hâlbuki doğruyu bulmanın en etkili yolu eleştiri kapılarını açık ve güvenli tutmaktır. 
      Güçlü ve yetenekli liderlerin zaman zaman ülkelerinin gelişmesinde önemli bir yeri olduğu bilinir. Ancak yine de hiçbir toplum tek insanla ve tek kitapla uzun süre bir yere gidememiştir. Sağlam temellere oturtulmuş toplumsal bellek ve toplumsal düşünme yetisi, istenmeyen sonuçların olasılığını azaltır. Sonuçta bu ucube uygulamalar ile iyi yetişmiş önemli bir kesimin bilgi birikimi ve deneyimi heba oldu.
      Bütün bunları niye yazdım diye merak ediyor olabilirsiniz. Bu yazıda kendimi tanıtma ya da övme gibi kesinlikle hiçbir amacım olmadı; zaten yaşım ve emekli olmam nedeniyle buna gerek de bulunmamaktadır. Ancak her vatansever gibi benim de içim sızlıyor. Bu ülke için yüreği çarpan, genç, dinamik, ilişkileri bakımından önemli şeyleri başarabilecek, başında bulunduğu kurumu bir yerlere yüceltebilecek insanları dünya görüşleri nedeniyle görevden alıp, yerlerine onun bunun adamını, daha çok da söyleneni anında düşünmeden yapacak adamları getirmenin sonuçlarını acı bir şekilde bizzat yaşadık; yaşıyoruz. Bu sorunları bekliyorduk. Çünkü ne yapıyorsunuz diyen adam kalmamıştı. Hiçbir partinin, hiçbir cemaatin, hiçbir örgütün, hiçbir ekonomik modelin, hiçbir kökten görüşün adamı değildik; sadece bir bilim adamıydık; bu bizim yirmilik diş gibi sökülüp atılmamıza zemin hazırladı. En güçlü olması gereken tarafımız en zayıf tarafımız oldu. Benim gibi insanların yetkili görevlerden uzaklaştırılması ile fikir beyan eden insanlardan temizlenen yolda, güçlülere ve ömrü desise ile geçen insanlara selam verilme zamanı gelmiş olmalı ki YÖK’ün en güçlü ve yetkili kişisi,benim gibilerin bu ülkeye olan fikri göbek bağının kesilmesine sessiz kalırken ya da bizzat keserken, Fetullah Hoca’ya kendi yaşam öyküsünü anlatan kitabın iç kapağına el yazısıyla “aşağıdaki sözcükleri yazarak” postaya veriyordu. Atasözleri boşuna söylenmemiştir: Hoca osurursa, cemaat sıçar.


Değerli Kardeşim
      Herkes sorunlarımıza bir neden arıyor ve çoğu bir cepheden de haklı çıkıyor. Bizim dışımızdaki gelişmeleri örnek olarak vermek kolay geliyor. Bu nedenle çoğumuz ona buna yapılanları anlatmakla yetiniyor. İzin verirseniz, bu gün bu hallere neden düştük sorusunu, bütünü parçalara ayırarak; hatta bir molekülüne kadar ayırarak; yani benim başıma gelenlerden (üzerime oynanan oyunlardan) yola çıkarak açıklamaya çalışayım. Eminim bu yazıyı okuyan bu ülkenin aydın ve gerçek milliyetçi insanları bu yazının bir kısmında kendilerini de bulacaklardır. 
Saygılarımla


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder