23 Kasım 2016 Çarşamba

Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
YÖK-YDK Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi Olarak)
0532 513 39 52

12 EYLÜL HUKUKUNU ARAR KONUMA GETİRİLEN ÜNİVERSİTE
Günümüzde ulusların varsıllığı, gönenci ve barışı, bilgi ve erişim devrimi basamağındaki konumu ile yakından bağlantılıdır. Daha fazla bilgi, beceri ve öğrenme kapasitesine sahip olanlar yaşam boyu olaganüstü bir ekonomik doyuma ve yaşam düzeyine ulaşırlarken, bu ölçütlerin uzağında olan toplumlar, umarsızlık ve yalnızlık içinde, yoksulluk ve yoksunluk  çukurunda debelenmeye mahkumdurlar. Bu nedenden gelişmiş ekonomiler, eğitimi, siyasal ve toplumsal önceliklerinin ilk sırasına koyarak, çağcıl uygarlık düzeylerini korumak ve geliştirmek çabasındadırlar. Bilgili, beceri ve özgüven sahibi, öğrenme kapasitesi yüksek insanların nitel ve nicel ağırlığı özellikle yükseköğretim sistemine bağlıdır. Küreselleşen ve küreselleştikçe de karmaşıklaşan dünyamızda özgüvene sahip ve girişimci bireyler olabilmek, entellektüel bir savaşımı gerektirmektedir. Bu ise, eğitim sisteminin, özellikle de yükseköğretim sisteminin bu ortamı sağlayacak özgürlük ve serbestlik iklime sahip olmasını gerektirmektedir.
Türkiye'de ise, eğitim ve yükseköğretimden beklenen "kinci ve dinbaz kuşaklar" yetiştirmek olduğundan, sistem, entellektüel savaşımı başaracak ortamdan, çatışmacılığa, biatçılıaı, kapıkulluğuna göre biçimlendirilmektedir. Bunun son örneğini, iki saygın ve yetkin üniversitemizdeki rektör atamalarında yaşadık ve yaşamaktayız.
Kurulduğu 1981'den bu yana en çok yakınılan YÖK Sistemi ve onca değişiklik yapılmasına karşın sürekli değiştirilmek istenmesi masalı yinelenen 1982 Anayasası, "Faşist Darbe Ürünü" olarak tanımlanmaktadır. Ve tüm siyasal partiler ve hükümetler, 1982 Anayasasına kaynaklık eden YÖK Sistemini kaldırmak konusunda görüş birliğini yineleyip durmaktalar. Ancak, 1983 seçimlerinden sonra gelen tüm iktidarlar, Anayasanın onca maddesi değiştirilmiş olmasına karşın, YÖK sisteminin üzerine oturmayı ve bu kez de kendilerine biat eden kuruma dönüştürme fırsatçılığını sergilemişlerdir.
Fazla uzağa gitmek istemiyorum. Muktedir olmazdan önce, "ileri demokrasi(!)masalı" ile, "tatlısu solcularını, demokratlarını, darbe mağdurlarını, askeri vesayetten yaka silkenleri", "Fareli Köyün Kavalcısı! gibi,peşine takan  AKP;  Programı, 2002 Seçim Bildirgesi ve Acil Eylem Planında YÖK ve Üniversiteye yönelik hedeflerini şöyle sıralanmaktadır: "...Yükseköğretimde köklü bir reforma ihtiyaç vardır.YÖK,üniversiteler arasında koordinasyon sağlayan,standart belirleyici bir yapıya kavuşturulacak, üniversiteler idari ve akademik özerliğe sahip,öğretim elemanları ve öğrenciler üzerinde baskı, dayatma ve antidemokratik uygulamaların bulunmadığı, bilimsel bilginin üretildiği, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin esas olduğu kurumlar haline getirilecektir".
İleri demokrasi(!) masalının getirisinin yüksek olduğu dönemde, programı, seçim bildirgesi ve hükümet programı ile acil eylem planında yer alan üniversite reformunu yapabilmek için köklü bir değişimi başlatan Birinci RTE Hükümeti (59.T.C.Hükümeti) olmuştur. AKP Hükümetinin başlangıcındaki üniversite tanımı şu biçimde idi: "üniversiteler, özgür ve demokratik ortamlarda bilginin üretildiği, yayıldığı, gerçeğe ulaşmanın değişik yöntemlerle araştırıldığı,insanın, toplumun ve ülkenin geleceğinin inşa edildiği vazgeçilmez kurumlardır".

2547'yi reforme edebilmek için, Başkanı Kuzu olan zamanın TBMM Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Taslak ile, Üniversiteler "çoğulculuğu ve demokratik katılımı esas alan,...idari ve mali özerkliğe,bilimsel özgürlüğe sahip..." kuruluşlar olarak tanımlanıyor ve devletin üniversiteler üzerindeki "gözetim ve denetim yetkisi " kaldırılıyordu. Rektörlerin Cumhurbaşkanınca, dekanların YÖK nca seçilmesi ve atanmasından vazgeçiliyordu. Anayasanın 131nci maddesi ile, YÖK'ün görev ve yetkileri, yükseköğretim alanını eşgüdümü sağlamak ve planlama çalışmalarını yapmak olarak sınırlanırken, güçlendirilen Üniversitelerarası Kurul, akademik ölçütlerin belirlenmesi, üniversitelerin denetlenmesi ve değerlendirilmesi ile yetkilendiriliyordu.Anayasanın 104 üncü maddesinde yer alan Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri arasından ise,"Yükseköğretim Kurulu üyelerini ve üniversite rektörlerini seçmek" çıkartılıyordu.
Benim de Başkanlığını yaptığım Öğretim Üyeleri Derneği adına ve Eğitim-Sen Temsilcisi olarak katıldığım Çalışma Grubu tarafından, Anayasa'nın 130 ve 131 inci madde değişikliklerine koşut olarak hazırlanan 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası Değişiklik Tasarısı ile rektör maddesi şöyle değiştirilmekte idi: "Rektör, üniversitenin son bir yıl kadrolu öğretim üyesi olarak çalışmış profesörleri arasından, dört yıl için seçilir. Bir profesör kendi üniversitesinde bir kez rektörlük yapabilir. Rektörün seçiminde oy kullanabilmek için o üniversitede son bir yıldır öğretim üyesi kadrosunda çalışıyor olması gerekir. Oyların yüzde ellisinden fazlasını alan aday, rektör seçilmiş olur. Seçilen aday doğrudan görevine başlar ve durumu YÖK'e bildirir. Rektör üye tamsayısının üçte ikisinin kararıyla görevden alınabilir. Rektörün görevleri, kişisel inisyatif kullanma durumundan yönetim kurulu ve senato tarafından alınan kararları uygulamak biçimine dönüştürülmüştür".
2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasının üniversite organların birinci sırasına yerleştirdiği rektörün atamasındaki başlangıçtaki yöntem; "Yükseköğretim Kurulu'nun önereceği yükseköğretimden sonra en az onbeş yıl başarılı hizmet vermiş, tercihan devlet hizmetinde bulunmuş, ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere dört kişi arasından Devlet Başkanınca beş yıl için atanır. Önerilenlerin atanmadığı ve iki hafta içerisinde yeni adaylar gösterilmediği takdirde Devlet Başkanınca doğrudan atama yapılır. Süresi biten rektör yeniden atanabilir" biçiminde idi. 7 Kasım 1981'den başlayarak, 07.07.1992 günlü 3826 sayılı yasaya kadar, YÖK'un mutlak patronu olan İhsan Doğramacı rektörleri belirliyor ve devlet başkanı da bunları onaylıyordu.
Bu düzenleme, akademiya dünyasının uzun süren çaba ve uğraşları sonucu, 07.07.1992 günlü 3826 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile şu biçime büründürülmüştür: " Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik ünvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz...Bu toplahtıda en çok oy alan 6 kişi aday olarak seçilmiş sayılır,bunlardan Yükseköğretim Kurulu'nun seçeceği üç kişi atanmak üzere Cumhurbaşkanına sunulur. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör adaylarının seçimi ve rektörün atanması ilgili mütevelli heyet tarafından yapılır".
3826 Sayılı Yasa ile getirilmiş olan ve akademiya topluluğunun yaptığı seçimin, önce YÖK tarafından, belli olmayan öznel ölçütlere göre elekten geçirilmesi ve sonrasında ise, YÖK'nun sıralamasını bu kez nesnel olmayan ölçütlerle Cumhurbaşkanın eleğinden geçiren sistemin gerçek bir seçim olarak kabul ve onay görmesi mümkün değildir. Gerçekten de, akademiya topluluğunun istencinin,  önce YÖK ve arkasından da Cumhurbaşkanları tarafından açıklanmayan gerekçelerle yok sayılması, akademiya topluluğuna olan güvensizliğin ve üniversitelerin siyasal çıkarlara araç kılınması isteğinin kanıtını oluşturmaktadır.

1991 genel seçim kampanyasında "oy ver, YÖK un üzerindeki iki noktayı kaldırarak yok edelim" slagonu ile bilbordları süsleyen DYP ile, YÖKnu kaldırmayı amaçlayan SHP'nin ortak hükümeti tasarısının ürünü olan bu ucube sistem; "yararlı salakların darbe kalkışmasını" başarı ile fırsata dönüştüren ve bunu "Allahın lütfu" olarak kutsayan AKP ve RTE, tarafından, 3.10.2016 günlü 676 Sayılı KHK ile  değiştirilmiştir :  “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak aynı Devlet üniversitesinde iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz. Rektör, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzel kişiliğini temsil eder. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör, mütevelli heyetinin Yükseköğretim Kuruluna teklifi ve Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır.”
Demek ki, 35 yıllık bir geçmişi olan YÖK sisteminde, rektörlerin seçimi ve atamasında üç farklı model getirilmiş gibi görünmektedir. Ancak, faşist askeri darbenin getirdiği baskılayıcı ve merkezci sistem, "yararlı salakların askeri kalkışmasını" fırsata dönüştüren AKP ve Cumhurbaşkanı tarafından, yeniden hortlatılmıştır. 1992'den 2016'ya kadar, 24 yıl uygulama bulan üç dereceli ucube seçim sistemini, 2000'li yılların başında "tek dereceli seçime" dönüştürmeyi amaçlayan taslak hazırlatan AKP ve o taslağın sahibi olan RTE, 14 yılın sonunda, faşist rejimin sisteminin daha da gerisine düşmüştür. 676 Sayılı KHK, yalnız devlet üniversitelerini değil, vakıf üniversiteleri rektörünü belirleme yetkisini, mütevelli heyetin elinden almıştır. Yani vakıf kurucularının kendi mülkü üzerindeki hakları, ortadan kaldırılmıştır. Bu da Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir hükme aykırıdır.
KHK’lerle akademiya topluluğuna yönelik saldırı, topluca “görevinden uzaklaştırma” ve “görevinden çıkartma” olmuştur. İlk kullanım, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri ile barış çağrısı yapan akademisyenlerin, emir ve komuta zinciri uyarınca başlatılan disiplin soruşturmalarının sonucu bile beklenmeksizin, KHK ile üniversiteden atılmalarında gerçekleştirildi. YÖK, kuruluşundan 2016 yılının Temmuz’a kadar ve hatta günümüzde, üniversite çalışanlarının disiplin işlemlerini ,Anayasaya,yüksek yargı kararlarına aykırı “korsan disiplin yönetmeliği” ile terör estirirken,bu kapının, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 gün ve 2016/1221 sayılı yürütmeyi durdurma kararı ile kapanması üzerine, kıyım ve tasfiyeyi, 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki KHK’lerin üzerine yıkmıştır. Akademiya topluluğunun, yargısız biçimde, KHK ile  mesleklerinden ve iş güvencesinden yoksun kılınması, eğer halen yürürlükte ise, Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlarhükmünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Üniversite organlarına ilişkin düzenlemeler ile akademiya topluluğunun tasfiyesine yönelik işlemler, olağanüstü hali düzenleyen Anayasanın 121. Maddesinde yer alan “… Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, KHKler çıkarabilir” kuralına aykırıdır. Yani KHK, yalnızca olaganüstü hali gerektiren konularda çıkartılacaktır. “Allahın lütfu” diyerek kutsanan olağanüstü halin ilanını gerektiren gerekçe, Anayasanın 120. Maddesine dayandırılmıştır. Maddeye göre olağanüstü hal; “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” na dayandırılmıştır. 120 ile 121. Maddeyi birlikte okursak, kimi barışçı akademisyenlerin, 15 Temmuz’daki “yararlı salaklarca, başarısızlığa mahkum kalkışmadan yedi ay önce imzaladıkları “barış için çağrıda bulunan bildiriye imza atmak”, “akademiya topluluğunun rektör aday adayı altı kişiyi seçmek”, “vakıf üniversitelerinde rektör atamasının mütevelli heyetçe yapılması”  ve “Yükseköğretim Denetleme Kurulu üye sayısının onbeş yerine on üyeli olması” nın olaganüstü hali gerektiren konular olarak görüp, bu alanlarda KHK’ler çıkartmak, aklımızla alay etmenin, Anayasa ve yasaların ayaklar altına alınmasından öte bir anlam taşımadığının kabul edilmesi gerekmektedir. Bu fırsatçılıktan ve yasa tanımazlıktan hızla çıkılmasında büyük yarar bulunmaktadır.
22.11.2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder