2 Ekim 2016 Pazar

Dostlarım,

Bizim insanlarımız ve ondan bir parça olan yöneticilerimiz de çok ilginç. İnsanlarımız, aynı konuda övgü yada sövgüyü alkışlar yada yuhalarken, yöneticilerimiz de, aynı konuda övgü yada sövgü düzmeyi de becerebiliyorlar. Söyleyenin de, dinleyenin de, bu denli karşıtlığı bir arada becermelerinin nedeni bilisizlik/cehalet ve halkın balık bellekli olduğuna ilişkin güven olmalıdır. Son günlerin tartışma konusu, Lozan olarak Cumhurbaşkanı RTE tarafından, “bayram değil,seyran değil,eniştem beni neden öptü?” denecek biçimde ortaya atıldı. Sakın ola ki, bu ortaya atışın, bir bilimsel tarih kongresinde olduğu aklınıza gelmesin.  Cumhurbaşkanı, karşısına, ilgi ve ilişkisini sürdürdüğü parti örgütünün belirlediği muhtarlara  attığı nutukta Lozan’ı halka “yutturulan zafer” olarak tanımlayarak, bu konuda çoktan beri “Lozan’ın zafer mi,yenilgi mi” olduğu konusunu kafalarına takan muhtarlara ışık tutmuş oldu. Daha dünlerde kanka düzeyinde birliktelik sergilediği FG’in kendisini kandırdığını itiraf edip, Tanrının ve ulusun bağışlamasına sığınırken, bu kez, Türkiye Devleti’nin nin tapu senedi belgesinin elde edilişini,bir ulusal başarı olarak kutlama aymazlığına düşen halkı,bu aymazlıktan kurtarma çabasına girdi. İşin ilginç olan yanı ise, Cumhurbaşkanının 24 Temmuz 2016’da  Lozan’a övgülerini alkışlayan necip halkımız, Lozan’a yönelik sövgüyü de,bu kez mahalle ve köyünün muhtarı olan temsilcileri aracılığı ile alkışladı. Şimdi büyük bir  merakla 2017 yılının 24 Temmuz’unu beklemeye başladım. İki ay içinde hem övgüye ve hem de sövgüye konu kılınan 24 Temmuz 1923, 2017’de nasıl bir değerlendirmeye konu kılınacak?

Ulusun birlik ve bütünlüğünü savunmak üzerine yemin etmiş Cumhurbaşkanı,bölündürme konuları yetmezmişçesine, bu kez de, toplumumuzu Lozan Yandaşları ve Lozan karşıtları olarak da yeni bir bölünme sürecine sürükleme başarısını göstermiş oldu. Derlediğim aşağıdaki yazılar, bu konudaki bölünmeleri belki de bütünleştirici işlev görecek ve derin bilisizliğimizi giderici etki yaratabilecektir. Bunları sizlerle paylaşmak istedim. Esenlik dileklerimle.03.10.2016



Mine G.Kırıkkanat – Cumhuriyet Gazetesi,02.10.2016

Devletin İntiharı
İHL’lerde felsefe ve mantık okutulmadığı için ne Lozan’daki gibi müzakere yapabilecek, zaten ne de fikir çatışması nedir, nasıl kazanılır hiç mi hiç bilmedikleri ona buna “kandırıldık, aldatıldık” itiraflarından belli; hayatları üç verdim, beş aldımla sınırlı ticari pazarlıktan ibaret cahillere Lozan’da kazanılan kutsal davanın önemini anlatacak değilim. Çünkü Türkiye’yi var iken yok edenler, yoktan var etmek ne demektir, kavrayamazlar. Onların anlayacağı basitlikte olmasını umarak, yalnızca şunu söyleyeceğim:

Aldığınız, verdiğiniz üç beş milyon paralar gibi, üç beş milyon kelleyi de bir araya toplayıp biz devlet kurduk, dersiniz. Para basar, bayrak falan da dikersiniz. Ama kurduğunuz devleti uluslararası camia resmen tanımazsa, devlet olamazsınız. Dünya bankalarından bolca kullandığınız kredileri, borçları alamaz; borsaydı, finanstı, sıcak para akışıydı falan, hava alırsınız. Biçare Filistin gibi olur, onun bunun himayesine muhtaç kalır, sadakasına avuç açarsınız, kapiş?
***
Artık yıkımı durdurmak için çok geç olmakla birlikte, Türkiye’nin nasıl çöktürüldüğünü gören ve anlayanlara doğru sözlerle bir saptama yapmak içinse, şöyle söyleyebilirim: 

Lozan Antlaşması, sizlerin bildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu akti; meşruiyeti dünya tarafından resmen tanınan devlet olabilme belgesidir. Devletin kurucu aktini hezimet gibi gösterip tartışmaya açmak, meşruiyetinin inkârıdır. Meşruiyeti bizzat yönetenler tarafından inkâr edilen bir devlet de ya intihar ediyor ya da ettiriliyor, demektir! Dünyadan ve dost ellerimizden bir kuyrukluyıldız parlaklığıyla kayıp giden Memet Baydur, Türkçenin evrensel değerde tiyatro yazarlarından biriydi. Her eseri felsefi bir çağrıydı, son piyesi ise sanki bugünler için yazılmış bir kehanet olup “Lozan” başlığını taşıyordu.
***
Tiyatroları kapatanlardan, elbette Lozan piyesini görmüş, duymuş olmaları beklenemez. Oysa Memet Baydur, onların neler yapacağını öngörmüştür yazdığı oyunda... Müzakerelerin ilk evresinde Türk delegasyonundan Numan ve Nadiryan beylere hitaben konuşturduğu İsmet Paşa’ya şöyle söyletir: 
“Yıllarca sonra içimizde bile hâlâ Sevr’i savunan şaşkınlar, ebleh hainler olduğunu görüp kederleneceğiz. Ama şimdi buradayız. Çalışalım!

 Lozan piyesinde, dekorun en önemli öğesi devasa boyutlarda bir Sevr vazosudur. 
Felsefe, mantık, edebiyat, tiyatro, resim, heykel cahilleri bilmezler, ama Lozan Antlaşması’nın iptal ettiği Sevr Antlaşması’nın işgal güçleri tarafından imzalandığı Sevres, dünyada en değerli porselenlerin imal edildiği bir Fransız kentidir ve Sevr vazoları, krallık tarihleri yazmıştır.
***
Lozan’ın ilk perdesinde bir kenarda duran Sevr vazosu, oyun ilerledikçe öne çıkar. İsmet Paşa, müzakereler sırasında Sevr vazosuna sanki Türkiye’yi parçalayan antlaşmayı sarsıyormuş gibi bir şaplak atıp çıkar sahneden. 
Oyunun son perdesinde, vazo sahnenin tam ortasında, bir masanın üstünde durmaktadır.

İsmet Paşa, konuşur: “Bakın çocuklar, adamlar bizim bu anlaşmanın sonuçlarına layık olacağımıza inanmıyorlar. Savaştan çıkmış, yanmış, yıkılmış bir ülke... Kısazamanda onlara avuç açacağımızı, burada bütün kazandığımızı birkaç yıl içinde yitireceğimizi sanıyorlar. Bizi uygar değil, ilkel görüyorlar. 
Bizler, herkese bunun böyle olmayacağını kanıtlayacağız! 
Bundan böyle... Kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak ama...olacak! 
Haydi gidelim beyler. Memlekette yapılacak işlerimiz var.”
***
Türk delegasyonu sahneden çıkmaya başlar. İsmet Paşa, masanın üstündeki Sevr vazosuna bu kez okkalı bir şaplak indirir. Numan ve Nadiryan yetişemeden Sevr vazosu yere düşer, paramparça olur. Müzik artar, sahne kararır ve perde iner. 

Ey cahiller! 
Sevr vazosu, edebiyat, felsefe, tiyatro nedir, müzakere nasıl yapılır bilmeyen ve zaten devlet temsiliyetini görgüsüz şatafat, meşruiyetini de baskı, zulüm ve zorbalık sanan sizler; Türkiye’yi savaşmadan viran, insanlarını birbirine düşman, halkını esir düşmeden hapislere tutsak ettiniz. 

Siz varken düşmana ihtiyaç yok.”


Ahmet Tan – Cumhuriyet,02.10.2016
Çok Ciddi Bir  Çağrı !
Çok şükür, Cumhurbaşkanı’na hakaret suç. 4 yıla kadar cezası var. 
Ama yasalarımıza göre “cumhurbaşkanını ciddiye almamak” suç değil...
Hele söylediklerine metelik vermemek hiç değil. 
Oysa ne halkımız ne de muhalefet bu nimetin farkında değil. 
T.C. yurttaşları ise bu bu emsalsiz nimetten yararlanmıyor. Memurundan işçisine, emeklisinden işsizine halkımız onun söylediklerini ciddiye alıp üzüm üzüm üzülüyor!.. 
Cumhurbaşkanımız de çenesine sağlık, 5 vakit namazını eda eder gibi Allah’ın her günü konuşuyor. 
Rahmetli Demirel “Konuşan Türkiye” demişti. Tayyip Bey, ülkeyi toptan devraldığına inandığından Türkiye adına kendisi konuşuyor. Konuşmak, yazmak isteyenlerin de başı belaya giriyor.
***
Kurtuluş yeni seçim değil. Daha kestirme bir çıkış var: 
Partisine (yani eski partisine!) oy vermeyenler kendisine kulak vermesin. Ülkeyi bu halkı gerçekten seviyorsa vermesin! 
Cumhuriyetin şanlı tarihine değer veriyorsa, çoluk çocuğuna ve daha da önemlisi kendi ruh sağlığına önem veriyorsa sözlerini artık ciddiye almasın... 
En kısa konuşması 45 dakika. 
Yazık değil mi oradan buradan toplanmış kim oldukları, ne oldukları belirsiz danışmanların yazdığı insicamsız, izansız, tutarsız metinleri dinlemek için harcanan zamana!
***
Dün yine binlerce 45 dakikamızdan biri daha heba oldu! 
“Camdan nutuk eda etme farizası”nı bu kez TBMM’de yerine getirdi. 
Bu arada, çok hayati bir kararını parti liderlerine ve vekillere bizzat tebliğ etmiş oldu. “
Makamının ve mekânının yıpratılma çabaları” artık geride bırakılmalıdır.
Bu açıkça Recep Tayyip Erdoğan ile “Saray”ın (pardon Külliye’nin) “Bütünleştiği”nin ilanıdır. 
“Saray”a, bundan sonra “kaçak” demek cumhurbaşkanına hakaret sayılacaktır.
İçinde cami de bulunduğuna göre, Külliye’ye dil uzatmak da “cehennemlik günah”olacaktır. (Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesine bakar.)
***
Cumhurbaşkanı’nın sözleri ruh sağlığı ve ülkenin huzuru için ciddiye alınmamalıdır. Kendisinin de ciddiye aldığı kuşkulu. Konuşmaları yazan danışmanların hiç ciddiye almadığı ise kesin. 
Geçen mübarek cuma günü, camlara “Lozan’ı bize zafer diye yutturdular!” diye yazmışlar. 
O da bu sözleri aynen tekrarladı. 
Oysa tam 66 gün önce de şöyle demişti: 
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile tescil edilmiştir. Bu anlaşma yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.” (24 Temmuz 2016) 
FETÖ darbe girişiminin 9. günüydü. 
Acaba o metni “Yurtta Sulh Konseyi”ne bağlı bir danışman mı yazmış ve cama aktarmıştı?
***
48 saat önce de “Lozan’ı bize zafer diye yutturdular!” dedi kestirdi attı. Başta benim büyük hala, bu lafı ciddiye alıp buna üzüm üzüm üzülen üzülene! 
Oysa, en taze “yutturmacacı” kendisi! 
Daha 66 gün önce “Lozan zaferdir. Devletimizin tapusudur!” dediğini unuttuysa durum vahim. Unutmadıysa daha da vahim. 
O gün o sözlerini ciddiye alıp sevinmeyenler elbette, önceki günkü “yutturdular!”sözlerine de üzülmemişlerdir.
***
Bir ara da “Türkçeyi yetersiz diyenler dil ırkçıdır!” buyurmuştu. Ardından bir süre geçti. Bilimsel bir toplantıda da çıkıp “Türkçe, felsefeye uygun değil!” dedi. 
En doğrusu “Anayasal nimet”ten yararlanmak, söylediklerini hiç ciddiye almamak!


Baskın Oran – Cumhuriyet,02.10.2016
Lozan’ın Şehir Efsaneleri
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kuruldu. Bu, rejimdir. Türkiye Devleti ise üç ay önce, 24 Temmuz 1923’te Lozan’ı imzalayınca kuruldu. Bu kurucu metin hakkında Sayın Cumhurbaşkanı’nın yanı sıra ağzı olan herkes epey eğlendirici şeyler üretiyor. Bunların kaynağı: Bir kısmı bilgisizlik. Bir kısmı, ulusalcılık elbisesi altında Batı düşmanlığı. Bir kısmı da Türkiye’nin komşu ülkeleri işgal etmesini savunan yayılmacı zihniyet. Çok kısaca özetleyeyim.
Klasik efsaneler
1) “Lozan’da sadece Ermeni, Rum ve Musevilere haklar getirilmiştir.” Tabii ki yanlış. Bütün “gayrimüslimler”e getirilmiştir. 143 maddelik Lozan’ın hiçbir yerinde bu üç azınlığın adı hak grubu olarak geçmez. Sadece “gayrimüslimler” geçer.
2) “Lozan’da sadece gayrimüslimlere haklar getirilmiştir”. Tabii ki yanlış. “Azınlıkların Hakları” başlıklı Kesim III’te gayrimüslimler dışında daha üç gruba haklar getirilmiştir: a) “Türkçeden başka dil konuşan T.C. vatandaşları”, b) “Bütün T.C. vatandaşları”, c) “Türkiye’de oturan herkes”. (Çünkü bu Kesim’de sadece azınlık hakları değil, insan hakları da getirilmiştir; bkz. benim Türkiye’de Azınlıklar s. 72-74).
3) “1926’da Medeni Kanun çıkınca bazı gayrimüslimler Lozan’daki haklarından feragat etmişlerdir”. Tabii ki yanlış. Bu hukuken mümkün olmadığı gibi, sekiz devletin imzaladığı bir uluslararası barış antlaşmasındaki haklar bireyler tarafından değiştirilemez.
4) “Lozan’da o dönemde geçerli üçlü kriterden (ırk, dil, din) sadece din kriteri kabul edilmiştir.” Tabii ki yanlış. “Din” kriteri de kabul edilmemiş, uluslararası güvence altında hak sahibi azınlık olarak sadece “gayrimüslimler” kriteri kabul edilmiştir. Din kabul edilseydi, bizzat görüşmeleri yürüten Dr. Rıza Nur’un açıkça yazdığı gibi, Aleviler de uluslararası güvenceye sahip olacaklardı.
5) “Lozan Md. 45 Yunanistan’la mütekabiliyet maddesidir.” Tabii ki yanlış. Paralel yükümlülük sahibi iki taraftan biri hak vermekten vazgeçerse öbür taraf onu taklit edemez. Mütekabiliyet insan haklarında yasaktır (1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, Md. 60/5).
6) “Lozan bir hezimettir”. Tabii ki yanlış. Bir kere, her şeyi ak-kara gören kafaların bir mahsulü. İkincisi, her barış antlaşması bir savaşı bitirir oysa Lozan iki savaşı bitirmiştir: Türklerin yenildiği Birinci Dünya Savaşı’nı ve Türklerin yendiği Kurtuluş Savaşı’nı. Bu sebeple, bir uzlaşmadır. Ama zafer yönü daha ağır basan bir uzlaşma. Çünkü hem ikinci savaş zaferle sonuçlanmıştır, hem de o sırada büyük devlet İngiltere’nin başı derttedir (“Oğullarımızı derhal terhis edin” kampanyaları, İrlanda sorunu, Fransa ve İtalya’yla sürtüşmeler, vs.) ve bir an önce barış yapmak istemektedir.
Daha ‘modern’ efsaneler
Kitaplarda-makalelerde görülen bu hataların yanı sıra, çocukluğundan beri “Sen sus bakiim!”le büyütülen vatandaşlar internet çıktığından beri kendilerini kapıp koyuverdiler, sanal âlemde küçük birer fırtına oldular:
1) “Lozan 100 yıl için yapıldı, 2023’te kendiliğinden sona erecek.” Lahavle! Hadi, bunu internette dolaştıranlar Lozan’ın 1923’te yapıldıktan sonra 5 Eylül 1924’te Milletler Cemiyeti’nde tescil edilmiş çok taraflı bir uluslararası barış antlaşması olduğunu bilmiyorlar. Ama insan düşünmez mi yahu; ticaret, savunma, dostluk vs. gibi antlaşmalarının aksine, bir savaşı bitiren barış antlaşmalarının süresi falan olmaz; olsaydı savaş yeniden başlardı! Bu internet silahşörleri Lozan’ı süpermarket ürünlerinin “raf ömrü”yle karıştırıyor olmalılar.
2) “Lozan’ın gizli maddeleri var.” Lahavle! 1923’ten beri imzacı sekiz devletin büyük başarıyla sakladıkları bu gizli maddelerin neler olduğu büyük bir ulusal ve uluslararası merak konusu olsa gerek. Bu fasılda en çok, bu esrarengiz maddelerin, bor ve petrol gibi stratejik doğal kaynakları aramamızı ve işletmemizi 2023 yılına kadar engellediğinden bahsedilmekte. Oysa Türkiye bütün bu madenleri en baştan bu yana aramakta ve işletmekte.
3) “Musul ve Kerkük, şu veya bu şekilde Irak dışında bir devletin egemenliğine geçerse, o zaman Türkiye’nin ilhak hakkı doğar.” Lahavle! Bunu söyleyenler Musul’u ilhak heveslisi olmanın yanı sıra, bir olasılıkla Musul- Kerkük’ü Nahcivan’la karıştırmaktalar. Ama Nahcivan konusunda da Türkiye’nin böyle bir hakkı kesinlikle yok (1921 Moskova Antlaşması Md. 3).
4) “ABD, Lozan’ı onamayı reddetti.” Lahavle! ABD Lozan Barış Konferansı’na sadece “gözlemci” sıfatıyla katıldı; nasıl onasın veya reddetsin? Bir yerden duydukları, Türkiye ile ABD arasında Lozan kentinde 6 Ağustos 1923’te imzalanan ve 1917’den beri kesik olan diplomatik ilişkileri yeniden kurmayı amaçlayan ikili anlaşma. Bu anlaşma ABD Senatosu’nda gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadığı için reddedilmiş oldu. T.C.-ABD diplomatik ilişkileri 17 Şubat 1927’de imzalanan yeni bir anlaşmayla tesis edildi. Hani ne diyorlar ya, “Ağzı olan konuşuyor”. Lozan için özellikle böyle.
_______________________________________________________
Nuray Mert – Cumhuriyet, 03.10.2016
Mesele Lozan Değil!
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, II. Abdülhamit, Sultan Vahdettin, Lozan, Birinci Meclis gibi konular tarihle hesaplaşma değil, uzun bir siyasi hesaplaşmanın kodları olarak sürekli gündeme geliyor. Tam da bu nedenle, tartışma “hezimet” ve “zafer”tabirleri çerçevesinde gelişiyor. Cumhuriyet Türkiyesi, Lozan Antlaşması üzerine kurulmuş, resmi ideoloji de doğal olarak, Lozan’ı “zafer” olarak tanımlamıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana onca zaman geçti, bu zaman zarfında resmi ideolojinin de, tarihsel olayların da farklı bakışlar çerçevesinde yeniden tartışılması tabii ve de faydalı bir iştir. Ama şu anda, Türkiye’de söz konusu olan bu değil, mesele Cumhuriyet rejiminin toptan ve doğrudan tartışılması yerine tarihsel kodlar, imalar üzerinden siyasi zeminde dolaşıma sokulması. 

Sağ, muhafazakâr, İslamcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslamcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve İslami kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ, muhafazakâr, İslamcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı, özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor, siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu; İslama karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil” diyen beri gelsin!

Açıkça tartışmadığımız sürece... 

Peki, böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar, baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik, Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslama, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun yerine şeri kanunun almasına dindar, muhafazakâr, İslamcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim. Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken! Sınırlarımız konusunda söz sahibi olmak önünde bunca engel olduğunu görenlerin, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış bir ülkenin, galip devletler ile üst perdeden pazarlık yapabileceğini iddia etmesi, bunu yapamayan Cumhuriyet kadrolarını karalama girişimi nasıl bir akıl?

Cihat ilan etti de ne oldu? 

Hilafete gelince, Osmanlı’nın son döneminde sanki hilafetin siyasal gücü kalmıştı, dahası II. Abdülhamit döneminde dahi bu güç dünya Müslümanlarını Rus, İngiliz, Fransız idaresinden kurtarabilmiş veya kurtarabilirmiş hayali nereden çıkıyor? Birinci Dünya Savaşı’nda, İttihatçı hükümet ve dahi Osmanlı Halife/ Sultanı cihat ilan etti de ne oldu, nihayetinde Arap isyanının bile önüne geçilemedi. Daha hilafet varken, ona rağmen milyonlarca Müslümanı idareleri altında tutabilen, dahası Araplar ile anlaşıp isyan tertipleyen İngilizler, yenilmiş bir ülkenin hilafet makamı olmasından neden çok ama çok korksun? Son halife Abdülmecit Efendi dünyaya nizam verecek güçteydi de, Cumhuriyet hilafeti kaldırdığı için mi gücü kırıldı? 

Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslam dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz? “Kul hakkı” İslamın en önemli değerlerinden değil mi, bırakın kul hakkını, “milletin anasına…” kastedenler ile işiniz ne? Sahi, neyi savunuyorsunuz, ne için savunuyorsunuz, hem tam olarak ne diyorsunuz? Bizi hasta ettiniz de, sahi siz iyi misiniz?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder