SOL PORTAL 25
EKİM 2016 OĞUZ OYAN
YILDIRIM GÜRLÜYOR, İTİRAFLAR BİRİKİYOR
Son başbakan Binali
Yıldırım, AKP 25. Değerlendirme ve İstişare Toplantısı'nda ve TRT, NTV, CNN
Türk, Habertürk, Kanal 24, A Haber ortak yayınında (ortaklığa bakar mısınız!)
hiddetli açıklamalar yaptı. Hiddetin nedeni, AKP cenahının, Hilmi Özkök'ün TBMM
Darbe Araştırma Komisyonuna verdiği
ifadeden rahatsız olması. Sorumlulukları üzerlerinden atma telaşıyla muhtemelen
yakında RTE de bu konuda konuşur. Yıldırım kendini şöyle ifade ederek
hareketini koruduğunu sanıyor: "Eski bir Genelkurmay Başkanı çıkıp diyor
ki 'Biz 2004'te uyardık'. Ne uyardınız kardeşim? Karara bakıyoruz, neymiş
efendim, 'Nur Cemaati ve Hizmet Hareketi izlenmelidir'. Ne zamandan beri
cemaatler terör örgütü oldu? Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin
başladığı 17 Aralık'tır". Ancak bu ifadesiyle çelişkili olarak, "FETÖ
AKP döneminde palazlanmadı; 12 Eylül darbesinden sonra palazlanmaya başladı;
80-90'larda büyüdü" diyerek AKP dönemi öncesini işaret ediyor.
Aslında bu ilginç
bir itirafname ve hepsi bu kadar değil.Bir içerik analizini hakediyor. Eğer
çizgiyi terör üzerinden çekerseniz, kendi döneminizin öncesinde palazlanmış
olması sizi kurtarır mı?O zaman AKP öncesinde Cemaat teröre başvurmadığına göre,
Yıldırım'ın mantığı doğrultusunda, sorunun kaynağı AKP sonrası olmaz mı? 12
Eylül döneminin kolaylaştırıcı etkisiyle 1986'daki sınav sorularının çalınması
üzerinden bunların TSK'da yuvalanması da sizin durumunuzu hiç kurtarmaz. Çünkü,
bunların binbaşı üstü rütbelere gelişi, özellikle de generalliğe terfileri hep
sizin iktidar döneminizde gerçekleşti;
MGK Kararlarını yok hükmünde sayarak, YAŞ kararlarına şerh koyarak bunların
ayıklanmasının önüne geçenler sizler değil miydiniz? Eğer Gülen Cemaati sadece
AKP döneminde, onun önüne serdiği imkanları kullanarak teröre bulaşmışsa, AKP-Cemaat
ortak sorumluluğunu vurgulamanın nesi yanlış?
Yıldırım,
açıklamalarında daha ileri gidiyor: "2013'e kadar bu eli kanlı örgüte
sadece iki başbakan karşı çıkmış, açıkça mücadele etmiştir. Biri merhum
Necmettin Erbakan, biri de kurucu liderimiz Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan". Şimdi, Erbakan'ın Gülen ile ilişkilerinin
mesafeli olması sizi kurtarmaz, çünkü Cemaat üyelerinin ordudan ayıklanmasına
direnç gösterilmeye başlanması o dönemden itibarendir. Kaldı ki, TSK'daki
Cemaat yuvalanmasını siyasal İslam hareketiniz açısından hem muhalefet hem
iktidar dönemlerinizde hayırhah bir gelişme olarak görüp AKP iktidarı sırasında
dere tepe kullandığınızı da unutmayalım. Ayrıca, 2013'e kadar RTE'nin Cemaat'e karşı
çıkıp açıkça mücadele ettiğini bilen, duyan, gören var mı? Hem Yıldırım'ın
kendisi ne demişti 17 Aralık 2013 öncesi için? "Ne zamandan beri cemaatler
terör örgütü oldu?". Dolayısıyla, hem 17 Aralık öncesinde Cemaatle niçin
mücadele edilsin demekte, hem de 2013 öncesinde RTE'nin "bu eli kanlı
örgütle açıkça mücadele ettiğini" söylemekte.Yıldırım, açıklamasının bir
kıymet-i harbiyesi olmasını istiyorsa, bu çelişkiyi gidermek zorunda; çünkü birinci
ifade doğruysa, diğeri yanlış.
Yaman bir çelişki
daha var. Yıldırım, Hilmi Özkök'e dolaylı hitabında soruyor: "Ergenekon,
balyoz gibi AK Parti iktidarlarına darbe yapmak için harekete geçenlere karşı
ne yapmış, hangi tedbiri almış onu söylesin". Ardından da, Nazlı Ilıcak'ı
kaynak göstererek Gülen'in "Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı olacak o zaman
herşey düzelecek" demiş olduğunu öne sürüyor. Neresinden baksanız
çelişkili itiraflar ve acz ifadeleri görüyorsunuz. Bu, ortada ciddi bir panik
hali olduğuna işaret ediyor. Şimdi, Ergenekon-Balyoz davalarını 17 Aralık'tan
hemen sonra "TSK'ya kumpas kuruldu" diyerek Cemaate yıkan eski Başbakan
Yardımcısının (ve giderek tüm AKP'ye ve destekçilerine malolan) açıklamalarını
nereye koyacağız? Meğer, Yıldırım'a göre, kumpas yokmuş. O halde, geriye tek
olasılık kalmakta: 17 Aralık paniklemesiyle Cemaatin günahlarını çoğaltabilmek
ve AKP iktidarını koruyabilmek için, Ergenekon kumpaslarında Cemaati tek
sorumlu ilan etmek mecburiyetinde kalmışlar! Şimdi, Özkök'ün rahatsız edici
açıklamaları belli ki başka bir pozisyon almayı zorunlu kılmakta. (Kaldı ki,
AKP'ye karşı darbe girişimlerini 15 Temmuz öncesine taşıyabilmek için,
'Ergenekon sulandırılmıştı' tezi üzerinden davaların yeniden görülmesi de
gündeme getiriliyor). Bu arada, Özkök'ü eğer Genelkurmay Başkanlığı'na Cemaat
taşıdıysa, bunun Anayasa'nın egemenlikle ilgili 6. maddesinin kesin ihlaline
yeni bir kanıt oluşturduğunu, dolayısıyla bu itirafın 'yağmurdan kaçarken
doluya tutulmak' anlamına geldiğini de ekleyelim.
Dahası var: 17
Aralık 2013, siyasi iktidarın en tepelerine uzanan, bakan Erdoğan Bayraktar'ın
istifasında açıkça belirttiği gibi Başbakanı kurtarmak adına dört bakanın
istifaya zorlanmasıyla sonuçlanan somut yolsuzluk suçlamalarının başlangıç
tarihiydi. Somut dayanaklara bağlı olarak ileri sürülen bu yolsuzluk
iddialarının toplumun gündemine getirilmesi, bunlar Cemaat ile AKP arasındaki
bir iktidar kavgasının yansıması olsa bile, toplumun ve TBMM'nin bilgilendirilme
hakkının gecikmiş de olsa teslim edilmesi ve yargının göreve çağrılması durumuydu.
Bir partinin ve yöneticilerinin aleyhine olabilir, ama toplumun aleyhine
olduğunu suçluluk telaşında olanlar dışında kim söyleyebilir?Cemaatin kendi kan
davası uğruna gerçekleştirdiği tek doğru işe, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi
yüzünden sırtımızı mı döneceğiz? 17 Aralık davasının bir gün tekrar açılması
talebinden vaz mı geçeceğiz? Kusura bakmayın, "Allahın lütfu" oralara
kadar uzanmıyor.
***
Peki, toplum her
gelişmeyi iktidardaki AKP İslamist hareketine getirdiği fayda veya zararlar
üzerinden değerlendirmeye mecbur mudur? En güçlü tedhiş eylemlerine başvuran çetelerin
bile başaramayacağı yöntemlerle kurumların AKP-Cemaat güdümündeki polis/yargı
terörüyle çökertilmesini, Kozmik Oda sırlarının Cemaat üzerinden yabancı devlet
istihbatlarının eline geçmesinin kolaylaştırılmasını, ülke güvenliğinin zaafa uğratılmasını vs.,
şimdi iktidarın çizdiği 17 Aralık sınırı yüzünden terör eylemi ve bir vatana
ihanet biçimi olarak kodlayamayacak mıyız? 2002-2013 arasında egemenliği Cemaat
ile paylaşarak ona her istediğini veren bir karşı-devrimci hareketin Yüce
Divanlık suçlarının örtbas edilmesine
tüm toplumun suç ortağı yapılmasına göz
mü yumacağız? 2007-2013 ihanetiyle liyakatli kadroları ayıklanan TSK'nın 15
Temmuz darbesine sürüklenmiş olmasını sadece emperyalizmin doğrudan güdümündeki
(ve bir zamanlar pek saygıdeğer bulduğunuz) "Hocaefendi"ye mi ihale
edeceğiz? Peki ya dolaylı güdümünde olanlar? Peki ya içerdeki siyasi ortakları?
Bütün bu vahim hakikatler ortadayken AKP'nin dayattığı 17 Aralık miladını neden
benimsemek zorunda olalım?
12 Eylül 2010
Anayasa referandumununda, Fethullah Gülen'in AKP ile birlikte bu referandumdan
"evet" çıkması için "gerekirse ölüleri bile mezardan kaldırıp oy
kullandırın" biçimindeki sözlerini unutup şimdi Yıldırım'ın 2014
seçimlerinde İzmir büyükşehir belediye başkanlığı adaylığı sırasında "İzmir'de
sandıklarda benim aleyhimde FETÖ'lü abiler ablalar CHP için çalıştı"
hikayesi üzerinden, asıl büyük hikayeyi, yani iktidarının 10 küsur yılı boyunca
her alana yayılan AKP-Cemaat kan kardeşliğini gözardı mı edeceğiz? Bizzat benim
TBMM'de dış komisyon üyeliklerimde tanık olduğum 13 yıllık tecrübemi (her dış
seyahatte komisyonların AKP'li üyelerinin istisnasız hepsinin Gülenci
heyetlerin davetlerine ve okul ziyaretlerine büyük bir iştiyakla katılmalarını)
ve benzerlerini yok mu sayacağız?
Devlet yönetimini
çığrından çıkaran, Cumhuriyetin kuruluş senedini tartışma konusu yapan,
emperyalizme karşı hem askeri, hem siyasi, hem ekonomik zaferler kazanmış olan
Cumhuriyetin kurucu kadrolarını tarihe gömmeye çalışan, dış politikayı iç
siyasete malzeme yaparak büyük risklere giren ve alt-emperyalizme özenerek
emperyalizmin güdümünde ülkeyi ateşe atmaya girişen, 15 Temmuz bahanesiyle
içerde otokratik bir rejim kurmanın tüm entrika ve baskılarını harekete geçiren
Cumhuriyet düşmanı bir rejimle toplumun çoğunluğunun ortak noktası yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder