"Nazizm...Kemalizm...Rabiaizm" başlıklı yazı, Cumhuriyet Gazetesi duayen yazarlarından Özgen Acar tarafından yazılanların yedincisi. Yedincisi, sanırım, içte yaratabilecek mağduriyet üretiminde tüm kozlarını yitirenlerin,yapay olarak ve yasaya,YSK kararına aykırı olarak, kamu kaynaklarını ve ulusal onurunun ayaklar altına alınması sonucu yaratan krizi yaratmak ve üzerinden mağduriyet yaratma amaçlı son Avrupa kapılarına dayanmasını irdelemektedir. Günümüzü anlamanıza ve üzerinde düşünmemize yardımcı olur düşüncesi ile paylaşıyorum. Öncekileri de okumak isteyenler, internet üzerinden "Özgen Acar" 'a ulaşabilirler.
İkinci paylaştığım değerlendirme ise, önceden sizlerle tanıştırdığım sevgili meslektaşım Prof.Dr. Oğuz Oyan tarafından kaleme alınmıştır. Bununla da, yapılmak istenilen anayasa değişikliğine, kimin hangi gözlükle baktığını bizlere anlatmaktadır.Bunun da ,kendi doğrularımız üzerinde yeniden düşünmemize yardımcı olacağını düşünmekteyim. Bilgi ve ilginize...14.03.2017
Nazizm… Kemalizm… Rabiaizm… (7)
14 Mart 2017 Salı
1934 Berlin… Adolf Hitler, halkoylamasına giderken Nazizm’i “Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuhrer (Tek Halk, Tek İmparatorluk ve Tek Adam)” söylemi ile kurdu! Halkoylamasında yüzde 88 “evet” oyu ile “Fuhrer (tek adam)” oldu.
12 Mart 2017 Kocaeli… Recep Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliği ile bağlantılı halkoylamasına giderken meydanlardaki “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet!” söylemine, Mısır’dan devşirme “Bu bizim Rabia’mız…” söylemini de ağzından düşürmüyor.
Kahire’de kanlı gösterilerin yaşandığı, “Rabiatul Adeviyye” adlı alanın ilk sözcüğü Arapçada “dört” demektir. “Tek adam” heveslisi Erdoğan acaba “yasama, yargı, yürütme, yayın (4Y)” benden sorulur mu demek istiyor?
22 Ocak 2008… Erdoğan’ın imzasıyla TBMM’ye “Seçimlerin Temel Hükümlerive Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” sunuldu. AKP’lilerin oylarıyla kabul edilen tasarının 94. maddesi şöyle: “Yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.”
15 Şubat 2017… Bu yasaya dayanan Yüksek Seçim Kurulu’nun halkoylaması ile bağlantılı kararının “Halkoylaması süresince yapılamayacak işler” başlıklı (j) maddesinin (a) fıkrası da şöyle: “Yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propagandanın yasak olduğuna (298/A-son, 94/E-6)…”
Belediyelerin engellemeleri başlayınca Erdoğan, Alman yönetimini “Nazi kalıntıları” olmakla suçladı, bakanları da aynı suçlamayı papağan gibi yapar oldular.
Hollanda’nın 2. büyük kenti Rotterdam’ın Fas kökenli bir Müslüman olan Belediye Başkanı Ahmed Ebu Talip, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuş ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın kent meydanında konuşamayacağını, diplomatik araçla konsolosluğa gitmelerine izin verileceğini söyledi.
Ancak Bakan Kaya’nın Başkonsolosluğa diplomatik araçla geçişine polis izin vermedi, gösteri yapan Türklere de köpeklerle demokratik bir ülkeye yakışmayacak biçimde şiddet uygulandı. Bakan Kaya, Almanya’ya yönlendirildi, bundan böyle Hollanda’ya 10 yıl giremeyeceği açıklandı!
Türklere AB ülkelerine vize kalkacak derken, bakanın girişi 10 yıl yasaklandı. Ajda Pekkan’ın “Olmaz artık kapı açık - Arkanı dön ve çık istenmiyorsunartık!” şarkısı akla geliyor.
AB’nin, Türkiye’ye 2014-2020 yıllarında vereceği 4 milyar 450 milyon Avro’luk yardımları durdurmasının gerekçesini, Komşuluk Politikası ve Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn, “Türkiye, şu sıralarda ne yazık ki Avrupa yolunda ilerlemiyor, tam aksine Avrupa’dan uzaklaşıyor!” sözleriyle açıkladı.
Acaba kim bedel ödeyecek?
1941-1942… Şostakoviç, Hitler’in Leningrad kuşatmasında “nota kâğıdı” bulmada zorlanmış, İstanbul’dan gelen kâğıtlar üzerine “7. Senfonisini” bestelemiş. Nota kâğıtlarında “Jorj D. Papajorjiu Yayınevi - Yüksek Kaldırım, İstanbul” yazılı imiş…
15 - 16 Mart’ta İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda “ŞostakoviçGünleri” konserleri başlıyor. Oistrakh’ı yeniden geldiği Ankara’da 1957’de dinlemiştim…
__________________________________________________________________
12 Mart 2017 Kocaeli… Recep Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliği ile bağlantılı halkoylamasına giderken meydanlardaki “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet!” söylemine, Mısır’dan devşirme “Bu bizim Rabia’mız…” söylemini de ağzından düşürmüyor.
Kahire’de kanlı gösterilerin yaşandığı, “Rabiatul Adeviyye” adlı alanın ilk sözcüğü Arapçada “dört” demektir. “Tek adam” heveslisi Erdoğan acaba “yasama, yargı, yürütme, yayın (4Y)” benden sorulur mu demek istiyor?
***
Nisan 2004… Erdoğan, Kıbrıs’ta “Annan Planı’na” yöneltilen eleştirilerle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş hakkında “Şu anda ağırlıklı olarak niçin bu iş Türkiye’de yapılıyor? Kıbrıs’ta yapılsın. Yani mitingler yapılacaksa orada yapılsın. Konuşulacak orada konuşulsun!” dedi. 22 Ocak 2008… Erdoğan’ın imzasıyla TBMM’ye “Seçimlerin Temel Hükümlerive Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” sunuldu. AKP’lilerin oylarıyla kabul edilen tasarının 94. maddesi şöyle: “Yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.”
15 Şubat 2017… Bu yasaya dayanan Yüksek Seçim Kurulu’nun halkoylaması ile bağlantılı kararının “Halkoylaması süresince yapılamayacak işler” başlıklı (j) maddesinin (a) fıkrası da şöyle: “Yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propagandanın yasak olduğuna (298/A-son, 94/E-6)…”
***
7 Mart 2017… Avrupa Birliği’nin patroniçesi Angela Merkel, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanı’nın ve bakanlarının Almanya’da Türk vatandaşlarına “Meydan konuşmalarındaki yetkinin belediyelerde olduğunu” anımsattı. Bu yasaklamayı önce Avusturya, ardından Hollanda, İsviçre, İsveç ve son olarak da Danimarka benimsedi. Belediyelerin engellemeleri başlayınca Erdoğan, Alman yönetimini “Nazi kalıntıları” olmakla suçladı, bakanları da aynı suçlamayı papağan gibi yapar oldular.
Hollanda’nın 2. büyük kenti Rotterdam’ın Fas kökenli bir Müslüman olan Belediye Başkanı Ahmed Ebu Talip, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuş ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın kent meydanında konuşamayacağını, diplomatik araçla konsolosluğa gitmelerine izin verileceğini söyledi.
Ancak Bakan Kaya’nın Başkonsolosluğa diplomatik araçla geçişine polis izin vermedi, gösteri yapan Türklere de köpeklerle demokratik bir ülkeye yakışmayacak biçimde şiddet uygulandı. Bakan Kaya, Almanya’ya yönlendirildi, bundan böyle Hollanda’ya 10 yıl giremeyeceği açıklandı!
Türklere AB ülkelerine vize kalkacak derken, bakanın girişi 10 yıl yasaklandı. Ajda Pekkan’ın “Olmaz artık kapı açık - Arkanı dön ve çık istenmiyorsunartık!” şarkısı akla geliyor.
***
Erdoğan, Hollanda’ya “Bunun bedelini ödeyeceksiniz!” demez mi? Hollandalı şirketlerin Türkiye’de 22 milyar dolarlık yatırımları var. Türkiye’nin Hollanda’ya ihracatı 3.6 milyar dolar, dış alımı ise 3 milyar dolar. AB’nin, Türkiye’ye 2014-2020 yıllarında vereceği 4 milyar 450 milyon Avro’luk yardımları durdurmasının gerekçesini, Komşuluk Politikası ve Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn, “Türkiye, şu sıralarda ne yazık ki Avrupa yolunda ilerlemiyor, tam aksine Avrupa’dan uzaklaşıyor!” sözleriyle açıkladı.
Acaba kim bedel ödeyecek?
***
1935… Rus besteci Dimitri Şostakoviç, kemancı David Oistrakh Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya geldiler. Atatürk’ün de dinlediği de dahil 20 kadar konser verdiler. Şostakoviç, Atatürk’ün müzik reformu konusundaki çalışmalarından övgüyle söz etti. 1941-1942… Şostakoviç, Hitler’in Leningrad kuşatmasında “nota kâğıdı” bulmada zorlanmış, İstanbul’dan gelen kâğıtlar üzerine “7. Senfonisini” bestelemiş. Nota kâğıtlarında “Jorj D. Papajorjiu Yayınevi - Yüksek Kaldırım, İstanbul” yazılı imiş…
15 - 16 Mart’ta İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda “ŞostakoviçGünleri” konserleri başlıyor. Oistrakh’ı yeniden geldiği Ankara’da 1957’de dinlemiştim…
__________________________________________________________________
SOL PORTAL 28 Şubat 2017-9 OĞUZ
OYAN
DİKTA REJİMİ KİMLERİN İŞİNE
YARAR?
Başlıktaki soruyu Erdoğan ve
partisi için sormadığımız açık olmalı. Çünkü bu projenin arkasındakiler onlar.
Hatta, AKP içinde bile bu işe aklı yatmamış olanların, rejimin fazla zorlandığını
düşünenlerin veya Tayyib'in aşırı güçlenmesinden ürkenlerin varlığı dikkate
alındığında, projenin tam sahibi olarak Erdoğan öne çıkıyor. Bu saptamayı
yapmakla birlikte, Erdoğan-AKP rejiminin şimdilik bir bütün ve nihai hedeflerinin ortak olduğunu gözden uzak
tutmamak gerektiğini de belirtelim.
İktidar kanadının,
"hayırcıları", kökü ABD'deki İslamcı darbecilerle, tedhişi ana araç
olarak kullanan ayrılıkçı ve cihatçı örgütlerle bir ve bütün olarak göstermesi,
zaten eşit propaganda olanaklarıyla yapılmayan bu referandum kampanyalarının,
bir başka açıdan da sakatlanmasına yol açmıştır. Gerçi AKP'nin düşmanlaştırıcı kampanyası
kitlelerce pek benimsenmediği ve kendi aleyhine de çalışmaya başladığından
söylemini biraz farklılaştırmaya başlamadı değil; ama AKP'lilerin tadat ettiği
örgütlerin acaba külliyen "hayır"dan yana mı olacağı sorusunu da
aklımıza düşürdü. Biz, kapsamı (ülkeleri de içerecek şekilde)daha geniş tutarak
bu soruya mümkün olduğunca analitik bir yanıt aramaya çalışalım.
İlkönce, genel düzlemde, dışa
açık bir ekonomide ve uluslararası entegrasyonlara angaje olmuş -üstelik Batı
bloğu içinde yer alan- bir ülkede, demokratik yapıların varlığını korumak bir
avantaj olarak görülür. Nitekim, kredi derecelendirme kuruluşlarının bile,
Türkiye'nin demokrasiden ve siyasi istikrardan uzaklaşmasını ekonomik
göstergeleri için büyük bir risk olarak değerlendirip not kırmaları bunun
doğrudan bir yansımasıdır.
Demek ki, Türkiye konumundaki
bir ülkenin dikta yönetimine evrilmesi, doğrudan doğruya ülkenin ekonomik
çıkarlarına aykırıdır. Dolayısıyla, Türkiye'nin iyiliğini düşünmeyen
örgütlenmelerin ve ülkelerin işine en fazla yarayacak seçenek, ülkenin imajının
Erdoğan'a ısmarlama elbise gibi biçilen bir Anayasayla bugün olduğundan daha
fazla bozulmasıdır.
İkinci olarak, Haziran 2013'e
kadar toz kondurulmayan "reformcu" ve "tabu kırıcı" (yani
Batı çıkarlarına eksiksiz hizmet eden) Erdoğan figürünün son dört yılda
Batı'nın siyasi çevrelerinde ve kamuoyunda hızla taşınamaz bir yük ve nefret
objesine dönüşmüş bulunmasına, yeni Anayasa projesiyle çok olumsuz bir katkı
daha yapılacaktır. Bu, Batı'nın Türkiye'den vazgeçmesi, Türkiye'yi de içine
alan kendi bölge çıkarlarını gözetmekten uzaklaşması anlamına gelmeyecektir
kuşkusuz. Ama hem Erdoğan ve AKP yönetimiyle sıkı işbirliği görüntüleri
vermekten alenen kaçınacaklar, hem de Erdoğan'ın bozulan imajını ondan zaman
zaman daha fazla ödün koparabilmek için kullanacaklardır.
AKP yönetiminin,
yalnızlaşmasını gidermek ve Rusya ile ilişkilerini düzeltmek için yaptığı tavizci
U dönüşleri, hegemon dünya güçleri tarafından da mutlaka not edilmiştir. Şimdi,
RTE'nin otoriter bir rejim kurmaksızın kendisini güvencede göremeyeceği bir iç
siyasal ortamın oluşması, bu güçlerin elinde de yeri geldiğinde
kullanılabilecek kozlar oluşturacaktır. Ezcümle, Türkiye'de kurulacak bir
"anayasal" dikta rejimi, ülkeyi güçlendirmez zayıflatır.
Her iki seçenek de gösteriyor
ki, Erdoğan'ın yargılanma korkuları,
hakim-i mutlak olma hevesleri ve son tahlilde bir İslami rejim inşa etme
emelleri, Türkiye'yi sahip olduğu en güçlü pozisyondan uzaklaştırmakta ve
Ortadoğu'nun dış etki ve telkinlere açık, zayıf ve işbirlikçi yönetim türlerine
yaklaştırmaktadır. Bu, ülkenin bağımsızlığına yeni darbeler indirmekte ve Türkiye'ye zarar vermektedir.
Gelelim iktidarca
"hayır" kampına dahil edilen örgütlere. FETO ve örgütü, kendi askeri
diktasını kuramadığı için bugünkü dikta girişimine hayır mı der? İlk bakışta
öyle gibi görünebilir; Erdoğan'ın tek adamlığının onu daha fazla
güçlendireceğini düşünerek yeni anayasaya karşı olabilirler. Ama bugünkü
yenilgi psikozunda, bunun tam tersinin daha geçerli olması gerekir: Tek adam
rejimine yönelen bir Türkiye, Batı dünyasında itibarı düşen bir ülke anlamına
gelir ve bugün savunma ve gizlenme pozisyonlarına geçmiş Gülen Cemaati için
ehven-i şer olarak görülebilir. Dolayısıyla bu kamptaki öznel duygular ile
nesnel ihtiyaçlar farklı olabilir ama sonuçta tavır "evet"e eğilimli
olmalıdır.
DHKP-C için konuşmaya bile
değmez ama, demokratik mücadeleyle ilgisi olmayan böyle bir örgütün işine dikta
rejiminden daha iyi gelen başka bir şey olabilir mi?
IŞİD'in ise, Türkiye hücreleri
de dâhil olmak üzere, sonucu pek umursadığı söylenemez; şu an için Ortadoğu'da
kendi varlık sorunlarıyla meşgul olan bu örgüt için her iki sonuçta da Türkiye
düşman bir ülke tanımı içinde kalacaktır. Ama onlar bile, daha güçlü Erdoğan'ın
daha güçlü Türkiye anlamına gelmeyeceğinin farkında olmalıdırlar.
Gelelim daha önemli konuya,
PKK'nın gerçek niyetlerinin tahliline.Sonucu baştan söyleyelim: RTE'nin tek adam
rejiminin PKK'nın da tercihi olacağını anlamak için büyük stratejist olmaya
gerek yoktur. PKK, eğer barış/çözüm yolu açıksa demokrasiyi sadece kendi
çıkarları açısından talep edecektir. Eğer bu yol tıkanmış ve şiddet-terör geri
gelmişse, PKK açısından en iyi ikinci tercih, Türkiye'nin faşist bir rejim
görünümü kazanması ve bu rejime karşı mücadele eden "kahraman örgüt"
payesine ulaşmasıdır. Dolayısıyla, bu anayasaya evet demek, dolaylı olarak ve
nesnel olarak PKK'nın emellerine
(meşruiyet kazanma mücadelesine) hizmet etmek demektir. Ama PKK bunu yüksek
sesle dile getirmez. HDP böylesine baskılanırken hiç getiremez. Ülkedeki
sempatizanlarının kafalarını karıştırıp gönül kırıklığına uğratamaz.
PKK'nın örtük olarak
"evet" çizgisinde olmasını gerektiren bir başka gelişme, bu örgütün
artık uluslararası bir oyuncu olarak
Ortadoğu'da yerini almış olmasıdır. Hem ABD, hem Rusya'nın Suriye'deki (ve
kısmen Irak'taki)silahlı vurucu gücü haline gelmiş olan ve bunu büyük ölçüde
AKP'nin ülke çıkarlarına aykırı dış politikasına borçlu olan PKK'nın kendi
bölgesel çıkarları açısından, Türkiye'deki rejimin faşist karakterinin daha
fazla vurgulanmasından daha iyi bir senaryo mevcut değildir.
HDP'nin tavrı ise ayrı
değerlendirilmelidir. Kürt siyasi hareketi Türkiye'de legal politika yapacaksa,
daha demokratik yapılara ihtiyaç duyacaktır. Ama herşeye rağmen eğer Dolmabahçe
sürecinin sonuçları alınmış olsaydı, durum farklı olabilirdi. "Çözüm"
karşılığında Erdoğan'ın başkancı sistemine evet denilmesi veya en azından, daha
önce yapıldığı gibi, seçimleri boykot gibi "durum kurtarıcı" bir
karar alınması mümkündü. HDP'nin, Türkiye genelindeki bir demokrasi
mücadelesini kendi tek gündeminin önüne koyması (en azından bunu sürekli
kılması) beklenemez. Ama 2015 Mart'ından yani masa devrildikten itibaren HDP'ye
Erdoğan'ın başkancı dikta projesine "hayır" demekten başka seçenek
bırakılmamıştır.
Son bir not da, AKP'nin PKK'ya
doğrudan-dolaylı, bilinçli-bilinçsiz destekleri üzerine. PKK'ya en çok hizmet
veren AKP Hükümetleri oldu. Buna şimdi de devam ediyor. İlk hizmeti, silah
bırakmayan PKK ile resmi görüşmeler başlatmak ve Güneydoğu Anadolu'da paralel
devlet yapıları kurmasına göz yummak oldu. Bununla, silahların susmasını ve
2011 ve 2014 seçimlerini kazanmayı garantiledi. Sonra 2011'den sonra Esad'a
çullanıp PKK/PYD'nin önünü açarak hizmet etti. Şimdi de dünya çapında infial
yaratan dikta rejimini inşa edip PKK'ya dünyada ilave meşruiyet kazandırarak
dolaylı hizmet ediyor. Üstelik halka tam tersini hikaye ederek de referandumda
puan toplamaya çalışıyor. Ne kadar bereketli bir ilişki biçimi değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder