Yine Prof.Dr.Oğuz Oyan'dan aklının ürünü bir değerlendirme. 15 Temmuz kalkışmasının üzerindeki sisli perdenin kaldırılmaması ve gerçeğin halk tarafından bütün açıklığı ile öğrenilmesinin istenilmemesi gibi, Hollanda kapılarının zorlanarak, tüketilmiş olan yerli-yabancı düşmanlıklar yerine ikame edilmesinin de nedenleri yakında yeterince piyasaya sürülür. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, asıl görevi olan alanı bırakıp da, Hollanda kapılarında köşe kapmaca oyununa girmesinden beklenen yüzde 1-2 puanlık bir desteğin sağlanıp-sağlanmayacağını 16 Nisan'da göreceğiz. Sanırım Halkımız, aklı ile alay etmenin bu kez faturasını kesecektir. Esenlik dileklerimle.19.03.2017 Ara başlıklar tarafımdan eklenmiştir.
SOL PORTAL 14 MART 2017_11 OĞUZ
OYAN
ÜLKE
İTİBARI SERBEST DÜŞÜŞTE
Muktedir
Neden Sürekli Yapay Düşman ve Düşmanlık Yanatmakta?
İktidar her zamanki
yöntemlerini uyguluyor. Seçimleri “düşman imgesi” üzerinden yürütüyor. Eğer
güçlü bir hasımla karşıtlık oluşmamışsa, bunu yaratıyor. İçerde bugünün siyasi
çekişmelerinde yeterince düşmanlaştırıcı öğe bulamazsa, geçmişi kurcalıyor, o
da aşınınca dış düşmanlıkları körüklüyor.
Önceleri sözde
“vesayet” rejimine karşı sahte demokrasi kahramanlığı yapmaktaydı, şimdi kendi
vesayet rejimini güçlendirirken kof milliyetçilikler üzerinden oy avcılığına
çıkıyor. (Tabii, artık ahmak avcılığına yarıyor olmasa da, “vesayetçiliğe karşı savaşmayı” siyasi
düsturu olmaktan çıkarmıyor, nitekim şimdiki anayasa değişikliğinin bile temel
gerekçesi yapabiliyor). Dün “askeri vesayete” karşı paralel yapısıyla birlikte aslanlar
gibi savaşıyor gözükürken, “analar
ağlamasın” üzerinden yıllanmış Kürt sorununa demokratik bir çözüm sunduğu
izlenimini verirken, liberalleri ve Kürt siyasetçilerini, başta AB olmak üzere
bilumum Batı siyasetçilerini yanında tutarken, hem Cumhuriyet kurumlarını /aydınlarını
ve erkler ayrılığını, fiilen ve hukuken tasfiyenin gerekçelerini ve
mekanizmalarını üretmekte, hem de seçimlere tedhiş eylemlerinin dizginlendiği
ortamlarda girmenin avantajını kullanmaktaydı. 2015’te bunun getirisinin
tükendiğini görüp masayı devirdikten sonra, aynı amaçla tam tersini uygulamayı
da başarmıştı. Hal ve şartlara göre her türlü kalıba girebilen bu eyyamcı
siyaset, kendi hedeflerine varabilmek için her yolu deneyebileceğinin
örneklerini şimdiye kadar yeterince verdi. İktidarını sürdürme yöntemlerinin
ülke çıkarlarına zarar vermesinin umurunda olmayabileceğini de defalarca
kanıtladı.
2009 yerel seçimleri
öncesinde, hazırlanışından (Peres’in ısrarla davet edilmesi) uygulanışına (“one
minute” çıkışına) kadar her safhası planlanan Davos tiyatrosu bunun
uluslararası düzlemde sahnelenen ilk örneğiydi. Gerçi derde deva olmamıştı;
2009 Mart seçimleri, ekonomik krizin tepe noktasında yapılmıştı ve iktidarın
bir önceki seçimlere (2007 genel seçimine) göre oy oranı yüzde 46,5’tan yüzde
38,5 e gerilemişti. Ama Erdoğan iktidarı aynı yolda yürümekten yılmadı. Bir
sene sonraki Mavi Marmara olayı, hem iktidarın işi nereye kadar götürebileceğini
hem de sorumluluk almaktan her daim kaçınabileceği inanılmaz manevra yeteneğini
göstermişti. Rusya ile uçak krizi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi
çıkarlarına onulmaz zararlar verdikten sonra çözülebildi. Suriye politikaları
halen zarar vermeye devam ediyor. Bunun bilançosu onmilyarlarca dolarla sınırlı
değil, mülteci sorunu ile Kuzey Suriye’deki sorun nedeniyle kalıcı etkilere
sahip.
Şimdi
de Almanya ve Hollanda ile seçim iklimini ve “evetçileri” kızıştırmak için kasıtlı
olarak tırmandırılan gerginlikler, toplumun ve ülkenin önüne yeni ekonomik ve
siyasi faturalar getiriyor. Hukuken ve siyaseten hesap sorulamaz bir iktidar
türü olarak davranma alışkanlığına sahip olanlar, kendi ikballeri için ülkenin
çıkarlarıyla kolayca oynayabiliyorlar. Üstelik bu son olayın etkileri sadece
turizmin, ihracatın, doğrudan yatırımların, dolayısıyla istihdamın yeni yaralar
almasıyla sınırlı kalmayacak görünüyor; Türkiye’nin artık bir AB hikâyesinin
bütünüyle iflası bakımından tüm dünya ile ilişkilerini yeniden belirleyeceği
anlaşılıyor. Erdoğan/AKP iktidarının Türkiye üzerindeki yükü artıyor.
Halkoylaması
Yarışında Neden Meşruiyetin Yitirilmesi Önemsenmiyor?
Gelelim referandum
sürecine. Eşit ve adil bir seçim kampanyası olmazsa, referandum hukuken malul
olmaz mı? Eğer demokrasi denilen şey, en basitinden, insanlara bir seçim hakkı
verilmesi ise, insanların bu hakkı kullanabilmek için doğru bilgilenme hakkının
da eksiksiz uygulanması gerekmez mi? Peki sermayenin ve iktidarın medyasının,
korku ve/veya çıkar uğruna, sabah-akşam iktidarın sözcülüğünü yaptığı bir
ortamda böyle bir özgür seçim hakkı kullanılabilir mi?
İktidarın dikta
yetkilerini bu defa anayasal bir rejim olarak talep etmesine “hayır” diyebilme
özgürlüğünün olmadığı, hayırcıların terör örgütleriyle ilişkilendirildiği bir
iktidar kampanyasına maruz kalındığı durumda, hangi demokratik tercihten söz
edilebilir?
Cumhurbaşkanının anayasada
belirtilen, üzerine yemin de ettiği ve değişene kadar kesin bağlayıcılığı olan
“tarafsızlığını” her zamanki gibi alenen çiğneyerek kendi tek adam rejimi için
kampanya yaptığı bir seçim süreci nasıl adil, hukuki ve demokratik olabilir? (Bizim
bu konuda görevini yapmayan YSK ile ilgili 2015 tarihli suç duyurumuz Anayasa
Mahkemesi tarafından da kabul edilmeyince AİHM önüne götürmüştük; hâlâ orada bekliyor.
AİHM de herhalde anayasanın “taraflı cumhurbaşkanı” doğrultusunda değişmesini
bekleyerek bizim başvurumuzun kadük olmasını umuyor!).
Bir anayasa
referandumunda kendi parti imkânlarının çok ötesinde kamu kaynağı kullanarak
kampanya yapan bir iktidar partisi ve cumhurbaşkanı varken, eşit ve adil bir
referandum sürecinden söz edilebilir mi?
Yurtdışında seçim vs.
propagandası yapılmasını engelleyen kendi hukukunu çiğnemek nasıl bir demokrasi
gösterisi olabiliyor?
Başka ülkelerin kendi
siyasi duyarlılıklarını öne sürerek AKP'nin ülkelerindeki siyasi mitinglerini
erteleme taleplerini özellikle ve hoyratça çiğnemek ve bunun üzerinden
mağduriyet imal etmeye çalışmak hangi diplomatik teamüle ve siyasi terbiyeye
denk düşüyor?
Halkoylaması
Muktedir İçin Neden Can Simidi?
Peki, iktidarını
korumak niçin bu kadar önemli? Ayrıca, iktidarını korumak niçin daha fazla
otoriterleşme gerektiriyor? Bu iç içe iki sorunun da –artık herkesin
görebileceği- iki nedeni var: Birincisi ve işin özü, iktidarın büyük ölçüde
yıktığı cumhuriyet rejimi yerine kurmak istediği İslamcı rejim için yeni bir
düzlemeye ve sıçramaya ihtiyacı olması. Bunu,daha fazla otoriterleşmeden
yapması imkânsız. Tek seçeneği tek adam rejimi olmayabilirdi; ama burada da
Erdoğan etkeni devreye giriyor; siyasal İslamcı hareketin elinde şu an başka
sürükleyici siyasi figür yok, parti içi bölünmeyi önlemenin de başka çaresi
yok, dolayısıyla onun kaprislerine boyun eğilmek durumunda. İkincisi, 15 yıldır
tek başına ülkenin kaderini belirleyen siyasetçilerin sicillerinin iyice
kabarmış olması. Bu sicil sadece kamu kaynaklarının kullanım biçimiyle, hesabı
verilmemiş ve verilemeyecek büyük kişisel zenginleşmelerle ilişkili değil; aynı
zamanda toplumun ve ülkenin içinden geçirildiği çeşitli badirelerdeki siyasi
sorumluluklarla da ilişkili. Bunlar, anayasaya aykırı olarak paralel bir devlet
yapılanmasıyla egemenlik hakkını paylaşmaktan Ergenekon-Balyoz gibi kumpas
davalarına ve Kozmik Oda sırlarının ABD güdümündeki bu yapılanmaya açılmasına,
komşu ülkedeki (Suriye’deki) legal rejimin tasfiyesine, anayasaya aykırı bir
biçimde müdahil olmaktan, bu ülkede Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir
parçalanmanın körüklenmesine, sınırlarımızda oluşumuna sebep olunan ve büyük
güçlerin de desteğini alan yapılanmaya karşı girişilen nafile çabalar yüzünden
önemli can kayıplarına neden olmaktan bunların yol açtığı mali/siyasi kayıplara
kadar uzanmaktadır.
Hayır
Demek Bir Yurt Görevidir
Bu nedenler, iktidarın
korunması kadar, ayarlarının iyice sıkılmasını da davet etmektedir; işte bunun
için "evet" iktidarın can simididir. Ama tam da bu nedenlerle “hayır” denilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz, “Beni aldatırsan ayıp sana, beni ikinci defa
aldatırsan ayıp bana” ünlü deyişinin halklara mal olması daha uzun zaman
alacaktır. Aldatılmayı özel çıkarları nedeniyle umursamayanları kastetmiyorum. Aldatıldıkça kaybedenlerden söz ediyorum.
Kaybedenlerin aldatılmaya “hayır” demelerinin zamanı gelmemiş midir? Kendi
kişisel ve partisel çıkarları uğruna ülkeyi utanç duyulacak itibar kayıplarına uğratanlara "dur/HAYIR"
demenin artık sırası değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder