18 Ocak 2017 Çarşamba

Cumhuriyet Gazetesi'ne yayımlanmak amacı ile gönderdiğim ve KHK kıyımını konu alan yazım.15.01.2017



Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
YÖK-Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi)

KENDİ HUKUKUNUN BİLE ELDEN GİTTİĞİNİN AYIRDINDA OLMAYAN KURUM: ÜNİVERSİTE

Türkiye’nin rejimini, ulusal egemenliğin kullanımını, denge ve denetim organlarından kopartıp, tek kişiye teslim eden Anayasa değişiklik önerisinin ilk turu sonlandı. Böyle bir yaşamsal konuda kendi varlığını yadsıyan kurumların başında gelen kurum üniversite ve sayıları 162’ye varan hukuk fakülteleri oldu. Kendi hak ve hukuklarının elinden alınmasına bile “koyun sessizliğine” düşenlerden, rejim değişikliği önerisine ses çıkarmasını beklemek, düş kurmakla eşdeğerlilik taşımakta. Bu gerçek, üniversite tabelalı kurumların, hiçbir işe yaramayan diploma dağıtan kurumlar olduğunun kanıtını oluşturmaktadır. KHK’lerden ilki, rektör atamasında, aday adaylarını belirleme hakkının, yine onların alkışları ile alınması oldu. Koyunların sessizliğine bürünenlerin ikincisi, yönetsel ve mali özerklikleri ellerinden alınan Özel-Vakıf Üniversiteleri oldu. Konu edineceğim “koyunların sessizliği ve hatta ihaneti” ise, YÖK ve üniversite organlarının yetkileri ile öğretim elemanlarının Anayasal görev güvencesinin ortadan kaldırılmasında sergilenmiştir.

Yararlı Salaklar” tarafından girişilen ve başarısızlığa baştan mahkum olması nedeniyle “Allahın lütfu” olarak kutsanan 15 Temmuz 2016 Kalkışmasından sonra başlayan ve süren OHAL sürecinde, KHK, mesleklerinden kopartılan akademisyen sayısı 4506. Bu KHK’in en sonu olan 6 Ocak 2017 günlü, 679 sayılı  KHK ile ihraç edilen 5.054 kamu görevlisinden 631’i akademisyen olup, içlerinde çok sayıda “bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin imzacıları da bulunmaktadır.
Bildirinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bildirinin yayımlanmasından hemen sonra, Cumhurbaşkanı, 11 Ocak 2016 günlü 8. Büyükelçiler Konferansı’nda, savcı ve yargıç cübbesini giyerek imzacı akademisyenleri “aydın müsveddeleri, karanlık ve cahil ihanetçiler vb.” olarak suçlayarak, “haddelerini bildirme çağrısı” yaptı.
Bu çağrıya en önde koşan YÖK Başkanı, buyruğun hemen sonrasında,13.01.2016’da 61 sayılı bir emirname yayımlayarak, yükseköğretim kurumlarında bildiriye imza atanlar hakkında “cadı avına başlanması”  emretti. Bu yarışta, YÖK Başkanının ve hatta Rektörlerin gerisinde kalan Başbakan Davutoğlu da,16 Şubat 2016’da 2014/4 sayılı bir genelge yayımlayarak, isimlerini belirtmediği terör örgütleri yada legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılarla ilintili olan kamuda çalışanlar hakkında hem idari ve hem de adli işlem başlatılması borusunu çaldı.
Birbirini izleyen bu buyruk ve hücum boruları karşısında “hazırolda” duran rektörler, hemen cadı avına başladılar ve imzacı barışçı akademisyenler hakkında disiplin soruşturmasına giriştiler. Kapıkulu rektörlerden çoğu okur-yazar olmamak nedeni ile olacak, bildiri imzalamayı “ideolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak; boykot, işgal, engelleme,  işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak yada bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşik etmek,yardımda bulunmak” olarak tanımlayarak, birbiri peşisıra imzacı akademisyenler hakkında “Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezası”  önerisi ile YÖK Başkanlığına koşuşturdular.
Ancak bu “akademisyen kıyımı”nın önü, önce AYM ve sonrasında ise Danıştay tarafından kesildi.AYM, 1982’den bu yana Anayasaya aykırı olan Disiplin Yönetmeliğinin(DY) dayanağı olan yasayı iptal etti. YÖK, elinden alınan disiplin giyotini kaptırmamak için, önce yasal düzenlemenin yapılmasına olanak vermek için tanınan 9 aya sığındı. Bu sığınak, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararı ile darmadağın edildi. YÖK’nun disiplin terörünün sürdürülmesi için icat ettiği (657 + DY) melez uygulaması da, Danıştay 8. Dairesi tarafından durduruldu.
Böylece tüm kıyım silahlarından yoksun kalan YÖK’nun imdadına,“Yararlı Salaklar Kalkışması”  sonrasında girilen OHAL ve  KHK yetişti.Tüm hukuk kurallarından, Anayasa ve yasa hükümlerinden kopartılmış olan ülkemizde YÖK’de “Allahın lütfundan” kendi açısından yararlanarak, barışa çağrı yapan akademisyenlerden kurtulma fırsatçılığına soyunmuştur.
Oysa ki, YÖK ve rektörler, okur-yazar  ve özsaygı sahibi olsalar, ikbal ile istikballerini biatçılık ve kapıkulluğunda bulmamışlardan olsalardı, KHK ile akademisyen kıyımına;  Anayasanın 130 uncu maddesindeki “üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; YÖK’nun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne surette olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar” hükmüne  sahiplenerek ve OHAL gerekçesi ile barış çağrısı yapanların bildirisinin bağlantısı olmadığı ile karşı çıkarlar ve akademisyen kıyımının ortaklığını yapmazlardı.

Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün üzerinde titremesi ve bunların korunması ve geliştirilmesi uğraşında bulunması gereken kurumların başında üniversitelerin yer alması gerekir. Böyle bir düş kurmadan beni alıkoyan YÖK ve yükseköğretim kurum yöneticilerinin kapıkulu kültürünün ürünü olmaları ve tam bir cehalet bataklığının içinde debelenir olmalarına tanıklığımdır.Tek bir örnek vereceğim. Akademisyen kıyımına büyük bir iştahla girişenlerden Düzce Üniversitesi Rektörü Çakar, buyruğun gereğini yaptığı müjdesini efendilerine duyurmayı bile beceremiyor. Müjdeyi verirken, üniversitesinin MEB’nın bağlı birimi sandığı “MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞINA(Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına) adresine gönderiyor. Cehaleti kutsayanın Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyeliğine atandığı günümüzde, rektör sıfatını taşıyanın bu denli bilisiz olmasına şaşırmamak gerek. Vah ki ne vah!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder