Cumhuriyet Gazetesi'ne yayımlanmak amacı ile gönderdiğim ve KHK kıyımını konu alan yazım.15.01.2017
Prof.Dr.Mustafa
Altıntaş
YÖK-Yüksek Disiplin
Kurulu Üyesi
(Eğitim-Sen
Temsilcisi)
KENDİ HUKUKUNUN
BİLE ELDEN GİTTİĞİNİN AYIRDINDA OLMAYAN KURUM: ÜNİVERSİTE
Türkiye’nin
rejimini, ulusal egemenliğin kullanımını, denge ve denetim organlarından
kopartıp, tek kişiye teslim eden Anayasa değişiklik önerisinin ilk turu
sonlandı. Böyle bir yaşamsal konuda kendi varlığını yadsıyan kurumların başında
gelen kurum üniversite ve sayıları 162’ye varan hukuk fakülteleri oldu. Kendi
hak ve hukuklarının elinden alınmasına bile “koyun sessizliğine” düşenlerden,
rejim değişikliği önerisine ses çıkarmasını beklemek, düş kurmakla eşdeğerlilik
taşımakta. Bu gerçek, üniversite tabelalı kurumların, hiçbir işe yaramayan
diploma dağıtan kurumlar olduğunun kanıtını oluşturmaktadır. KHK’lerden ilki,
rektör atamasında, aday adaylarını belirleme hakkının, yine onların alkışları ile
alınması oldu. Koyunların sessizliğine bürünenlerin ikincisi, yönetsel ve mali
özerklikleri ellerinden alınan Özel-Vakıf Üniversiteleri oldu. Konu edineceğim
“koyunların sessizliği ve hatta ihaneti” ise, YÖK ve üniversite organlarının
yetkileri ile öğretim elemanlarının Anayasal görev güvencesinin ortadan
kaldırılmasında sergilenmiştir.
“Yararlı
Salaklar” tarafından girişilen ve başarısızlığa baştan mahkum olması
nedeniyle “Allahın lütfu” olarak kutsanan 15 Temmuz 2016
Kalkışmasından sonra başlayan ve süren OHAL sürecinde, KHK, mesleklerinden
kopartılan akademisyen sayısı 4506. Bu KHK’in en sonu olan 6 Ocak 2017 günlü,
679 sayılı KHK ile ihraç edilen 5.054
kamu görevlisinden 631’i akademisyen olup, içlerinde çok sayıda “bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin
imzacıları da bulunmaktadır.
Bildirinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bildirinin
yayımlanmasından hemen sonra, Cumhurbaşkanı, 11 Ocak 2016 günlü 8. Büyükelçiler
Konferansı’nda, savcı ve yargıç cübbesini giyerek imzacı akademisyenleri “aydın müsveddeleri, karanlık ve cahil
ihanetçiler vb.” olarak suçlayarak, “haddelerini
bildirme çağrısı” yaptı.
Bu çağrıya en önde koşan YÖK Başkanı,
buyruğun hemen sonrasında,13.01.2016’da 61 sayılı bir emirname yayımlayarak,
yükseköğretim kurumlarında bildiriye imza atanlar hakkında “cadı avına başlanması” emretti. Bu yarışta, YÖK Başkanının ve hatta Rektörlerin gerisinde
kalan Başbakan Davutoğlu da,16 Şubat 2016’da 2014/4 sayılı bir genelge yayımlayarak,
isimlerini belirtmediği terör örgütleri yada legal görünüm altında illegal
faaliyet yürüten yapılarla ilintili olan kamuda çalışanlar hakkında hem idari
ve hem de adli işlem başlatılması borusunu çaldı.
Birbirini izleyen bu buyruk ve hücum
boruları karşısında “hazırolda” duran
rektörler, hemen cadı avına başladılar ve imzacı barışçı akademisyenler
hakkında disiplin soruşturmasına giriştiler. Kapıkulu rektörlerden çoğu
okur-yazar olmamak nedeni ile olacak, bildiri imzalamayı “ideolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükun ve çalışma
düzenini bozmak; boykot, işgal, engelleme,
işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak yada bu amaçlarla toplu
olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşik etmek,yardımda bulunmak” olarak
tanımlayarak, birbiri peşisıra imzacı akademisyenler hakkında “Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezası” önerisi ile YÖK Başkanlığına koşuşturdular.
Ancak bu “akademisyen kıyımı”nın önü, önce AYM ve sonrasında ise Danıştay
tarafından kesildi.AYM, 1982’den bu yana Anayasaya aykırı olan Disiplin
Yönetmeliğinin(DY) dayanağı olan yasayı iptal etti. YÖK, elinden alınan
disiplin giyotini kaptırmamak için, önce yasal düzenlemenin yapılmasına olanak
vermek için tanınan 9 aya sığındı. Bu sığınak, Danıştay İdari Dava Daireleri
Kurulu kararı ile darmadağın edildi. YÖK’nun disiplin terörünün sürdürülmesi için
icat ettiği (657 + DY) melez uygulaması da, Danıştay 8. Dairesi tarafından
durduruldu.
Böylece tüm kıyım silahlarından yoksun
kalan YÖK’nun imdadına,“Yararlı Salaklar
Kalkışması” sonrasında girilen OHAL
ve KHK yetişti.Tüm hukuk kurallarından,
Anayasa ve yasa hükümlerinden kopartılmış olan ülkemizde YÖK’de “Allahın lütfundan” kendi açısından
yararlanarak, barışa çağrı yapan akademisyenlerden kurtulma fırsatçılığına
soyunmuştur.
Oysa ki, YÖK ve rektörler, okur-yazar ve özsaygı sahibi olsalar, ikbal ile
istikballerini biatçılık ve kapıkulluğunda bulmamışlardan olsalardı, KHK ile
akademisyen kıyımına; Anayasanın 130
uncu maddesindeki “üniversite yönetim ve
denetim organları ile öğretim elemanları; YÖK’nun veya üniversitelerin yetkili
organlarının dışında kalan makamlarca her ne surette olursa olsun görevlerinden
uzaklaştırılamazlar” hükmüne sahiplenerek ve OHAL gerekçesi ile barış
çağrısı yapanların bildirisinin bağlantısı olmadığı ile karşı çıkarlar ve
akademisyen kıyımının ortaklığını yapmazlardı.
Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün
üzerinde titremesi ve bunların korunması ve geliştirilmesi uğraşında bulunması
gereken kurumların başında üniversitelerin yer alması gerekir. Böyle bir düş
kurmadan beni alıkoyan YÖK ve yükseköğretim kurum yöneticilerinin kapıkulu
kültürünün ürünü olmaları ve tam bir cehalet bataklığının içinde debelenir
olmalarına tanıklığımdır.Tek bir örnek vereceğim. Akademisyen kıyımına büyük
bir iştahla girişenlerden Düzce Üniversitesi Rektörü Çakar, buyruğun gereğini
yaptığı müjdesini efendilerine duyurmayı bile beceremiyor. Müjdeyi verirken,
üniversitesinin MEB’nın bağlı birimi sandığı “MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞINA(Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına) adresine
gönderiyor. Cehaleti kutsayanın Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyeliğine
atandığı günümüzde, rektör sıfatını taşıyanın bu denli bilisiz olmasına
şaşırmamak gerek. Vah ki ne vah!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder